Translate

18 Aralık 2014 Perşembe

Dizelerin Ardındaki Üstad: NECİP FAZIL

Kelimelerin anlam kazandığı bir mayıs gecesi, edebiyat miladının habercisi.  Belki de on iki yaşındaki oğluna “Senin şair olmanı ne çok isterdim,” diyen annenin vasiyeti. O gün hasta yatan annesine bakıp; “şair olacağım” diyor ve dizelerle yoğruluyor. On iki yılın birikmişliğini bu bahane ile harmanlayıp en güzel şiirleri önümüze seriyor.
Necip Fazıl ve çocukluğu deyince şüphesiz en dolu hatıralar adını kendisinden aldığı büyükbabasıyla oluyor. Yaşadıkları konağı, o konakta yaşanılanları, her şeyiyle kendi hayatını anlattığı –O ve Ben- eserinde: “Büyükbabam her an bana bitişik yaşar,” sözlerini “Anlaşılıyor ki konağın ruhu büyükbabam, ben de onun ruhuyum… Çünkü biricik oğlunun, biricik oğluyum.” Satırlarıyla devam ettiriyor. Fakat sevgi ne kadar büyükse, özlem o kadar derin olur, gerçeği değişmiyor ve bunu da en iyi “Bir Yalnızlık Gecesinin Vehimleri” adlı eserde anlatıyor. Büyükbabasının ölümünün ardından bu başlıkta yazdıkları bizi genç şairin üzüntüsüne ortak ediyor.
Darülfünun yıllarında Ahmet Haşim, Yakup Kadri, Faruk Nafiz gibi dönemin ünlü şairleriyle tanışıyor ve ondan sonra başlıyor şiirle bütünleşik yaşamaya. Yeni Mecmua’da yayınlanıyor ilk şiirleri. Bu okulda gösterdiği başarılar sonucu Paris’e gönderiliyor.
Paris yeniden doğuş oluyor Necip Fazıl’a. Önceleri orada kumara duyduğu ilgi kulağa hoş gelmese de, kendinde olmadığı bir gün Paris sokaklarını izliyor ve anlamlar yüklüyor kaldırımlara. Her bir adımda aklı başına geliyor, pişmanlıklarını sıralıyor ve gün doğumunda başlıyor bohem hayat sonrasına.
Döndüğünde Örümcek Ağı’nda biriktirdiği şiirleri sunuyor bize. “Ben sadece şiir dokumakla kalmıyorum, şiir sanatı üzerindeki fikirlerimi de örgüleştirmiş bulunuyorum…” sözlerini duyduğumuz Necip Fazıl, o dönem gerek ailesindeki kayıpların birikimi, gerekse Paris’te yaşadığı bunalım halinin etkisiyle:
“Duvara bir titiz örümcek gibi,
İnce dertlerimle işledim bir ağ…
Ruhum gün boyunca sönecek gibi,
Şimdiden ediyor hayata veda…”
Dizeleriyle işliyor kalbimize bu derin hissi. Bir örümcek ağı izleniminden hareketle açıklıyor pişmanlık ve üzüntüsünü. Bizleri iç âlemimize sürüklemeyi başarıyor. Böylelikle başlıyor bir serüven, duygulara başkaldırış ve dizelerin akıl almaz uyumu.
Sonrasında kaleme alıyor Kaldırımlar şiirinin adını taşıyan kitabını. Bohem hayatın sancıları ve kurtulma evresi yansıtılıyor okuyuculara: “Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında.” Dizesi Paris’teki iç hesaplaşma gününü anımsatıyor okurlara. “Yolumun karanlığa saplanan noktasında, sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum…” diye devam eden bu şiir, bir kurtuluşun habercisiymişçesine dolduruyor kalbe umudu.
Kaldırımlar kitabıyla kazandığı ün, Ben ve Ötesi ile katlanıyor ve yavaş yavaş “Üstad” unvanına götürüyor mistik şairi.
Yaşadığı buhranlar sonucu yönlendirildiği Abdülhakim Arvasi Hazretleri ile görüşmesi Necip Fazıl için bir dönüm noktası oluyor. İleride kurtarıcım diyeceği hocasında buluyor tüm cevapları. Ve o günden sonra davayı yazıyor kalemi. Böylelikle başlıyor gerçek mücadele. Önceleri bazı çevrelerden kesilen ilgi ve alaka, -gerici- ithamlarıyla doluyor sonrasında. İnatla yeniden doğuşunu kutluyor oysa Usta ve yeniden başlıyor yazmaya, fakat bu kez dava uğruna, Hakk yolunda…
Geçen yıllarına dönüp baktığında:
“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum…”
Dizelerini dökmeden duramıyor Üstad. Böylelikle çıkıyor Çile, en büyük birikim olan bu eser; Necip Fazıl’ı sayfalar dolusu tanıtıyor bizlere.
Gerek Çile’de yazdığı:
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış;
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…”
Dizeleriyle gerek de “Mukaddes Hayattan Levhalar” diyerek altmış üç levha ile yazdığı Es-selam kitabında kaleme alıyor yeni davasını.
Dönemin sosyal yapısı demir parmaklıklar ardından yazmaya mecbur ediyor ve içerisinde unutulmaz
“Beni kimsecikler okşamaz madem,
Öp beni alnımdan sen öp seccadem.”
Dizelerinin bulunduğu Zindandan Mehmet’e Mektup yazılıyor. Sabık şair Necip Fazıl bu şiiriyle usta şairliğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Edebiyata ve bizlere onlarca eser veren ve her sözüyle tam bir örnek niteliği taşıyan Üstad Necip Fazıl, yetmiş sekiz yıllık hayatını adıyor şiire.
“Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam,
Alıp beni götürsün tam dört inanmış adam…”
Diyerek veriyor vasiyetini. Vedaya hazırlanıyor Üstad, kavuşuyor tüm kaybettiklerine. Geride bıraktıklarına sahip çıkabilmek duasıyla…
“Bu gömlek dikiş tutmaz hep söküle söküle;
Bütüne gel deseler ve gitsek güle güle…”
Zeynep Nur ÇANDIR
(-2 Usta 40 Çırak- kitabından)

10 Aralık 2014 Çarşamba

1. Yıl Kutlaması :)

Günlerdir büyük bir heyecanla beklediğim,  söylemekten bir an olsun bıkmadığım, nedense içime sebepsiz bir mutluluk veren –blogum 1 yaşına giriyor- sözü bana güzel şeyler öğretti. Ve bu 1 yıla dönüp baktığımda ‘neler olmuş, neler değişmiş, yazılarım nerelere ulaşmış’ sorularının cevabından tatmin olmak, hayal edemediğim bir şeyleri başarmak insanı gülümsetmeye yetiyor. 
İşte Merhaba diyerek geldiğim bu blogda türlü değişikliklerle geldiğim bu günde, dolu kağıtları seriyorum önüme. İyi ki diyebilmenin rahatlığıyla ve biraz da gururla neler olmuş diyorum, bu blog neler başarmış?
Yatay geçiş sonucu biraz alışma dönemi ve biraz özlem çeken bir ben olarak başlamıştım uzun bir aradan sonra ilk yazılara. Uzaklar dedim, cümleler dolusu özlem dedim, alışmıştım o şehre ve insanlara dedim ve yazarak rahatladım. Sonunda da yazarak –iyi ki gelmişim- i söyleyebildim. Tüm bunlar olurken cesaretten midir bilmem hatta yazılarıma güvenemezken, dergilerden, sitelerden cevap beklerken buldum kendimi. Nitekim her güzel cevap gülümsetti yüzümü. –Daha çok yazmalıyım- hissi ile de daha çok okumaya özen gösterdim. Tek bir görüş, tek bir inanış değil her şeyi okumalıydım, görüşlere takılmak çok da mantıklı gelmiyor bana. Konu edebiyatsa, edebi-tat önemli buna inandım.
Fazla uzatmayayım işte yazdım. Her yeniliği de bu blogda paylaştım. Bu 1 yılda 40’lar Kulübü kitaplarından dört güzel kitaba girdim, 10.Köy Sakinleri yazarları arasına katıldım, KafkaOkur 1. Sayısında yer aldım, Fundamenta dergisi 6.sayısındayım ve inşallah bunlar artarak devam edecek. Yazının başında dediğim gibi hayal edemediğim bir şeyleri başardım.
Sadece bunlar değil, severek okuduğum bloglara yenilerini kattım. Sosyal medyada blog sahibi insanlar tanıdım. Kalemleri öyle güzeldi ki tanımasam da, bir kez olsun konuşmuş olmasam da yüreklerinin güzelliğinden de emindim. Bunu daha sonra ayrı bir yazıda yeniden dile getirip küçük önerilerde ve mutlaka okunmalılara yer vereceğim inşallah.
 Tüm bunlar 1 yıla sığdı ve bu blog -yazmak- işini bir sorumluluk haline getirdi.
Daha saymakla bitmeyecek mutluluklar sunabilirim bu konuda. Ama işte –blogumun 1.yılı- mutluluğunun asıl sebebi; 1 yıla sığan güzelliklerde gizli.
-Yaz, çünkü bizi kalem tutmak yormaz- sözünden aldığım ilhamla daha çok plan var aslında. En başta çok sevdiğim birkaç dergiye gönderilecek yazılar var, hatta sırf o dergiler için yazılmayı bekleyen konular, okunmayı bekleyen, yön vereceğine inandığım kitaplar ve daha bir çoğu.
Her yıl aynı heyecanı ve mutluluğu yaşayacağıma inanıyorum, her yıl geriye dönüp baktığımda listeyi çoğalmış göreceğime ve adımlarımın güçleneceğine. Ama hep diyorum ya olumlu, olumsuz yorumlarınıza ihtiyacım var. Ve tabii ki dualarınıza.

1.yılın sosyal mesajıyla –Rabbim bizleri kitaptan ve yazmaktan ayırmasın inşallah- :)

5 Aralık 2014 Cuma

Rabbim Sabır, Ya Sabûr…

Kendimi aradığım ve her seferinde farklı yanlarımla karşılaştığım yolculuklardır bazen en dürüst aynalar. Hem zaten kaç şehre sığardı ki bu kaçışlar? Dönüp dolaşıp, sorumluluklarımıza yenilip çoğu zaman, yine gelmek zorunda kaldığımız küçük hayatlar. İşte yine böyle bir yolculuk boyunca zihnime yazdım tüm söylenecekleri, düşlerle baktım bulutlara. Ve her düş kırıklığında düştüm yağmurla. Biraz gözden, biraz gökyüzünden, en çok da gönülden. Fakat hiçbir adımımda ihmal etmedim avuçlarıma biriktirmeyi isteklerimi. Sürdüm yüzüme duamı: “Rabbim sabır, Ya Sabûr…”
Kısa zamanda çok şey yaşayabiliyor insan. Çok şeye tanık olup, çok güçlü olmak zorunda kalabiliyor. Defalarca kez tekrarlar oluyor aynı sözleri: “Ölüm ölmüyor, ölmüyor, ölmüyor…” İnsan bazen içinden düşünüp, içinden gülüp, içinden ağlıyor. Tüm bunlar olurken de ister istemez düşman oluyor kalabalığa ve kalabalığın getirdiği tüm kuru laflara. Böyle böyle –büyümek- fiilini geçiriyor hayatına. Büyümek hissizleşmekmiş anlıyor. Ve alışıyor sırayla her şeye.
Nefes almaya alışıyor önce. Yüzlerce şükür sebeplerinden biri de bu oluyor. Emeklemek falan derken yürümeye alışıyor sonra. Yavaş yavaş özgünleşiyor adımlar. Özgürlüğe götüreceğine inandırılsak da her adımda tutsak oluyoruz kaldırımlara. Her adımda yalnızlaşıyoruz. Biz zaten her yalnızlığa özgürlük adını veriyoruz. Sonrasında konuşmaya alışıyor. Harfler kelimeleri, kelimeler cümleleri derken bir bakıyor ki anlaşılma kaygısıyla dolup taşıyor. İfade etmeye çalışırken buluyor kendini. Büyümeye alışıyor insan. Farklı düşünmeye, kararlar vermeye yeri geldiğinde.
Yağmura alışıyor. Önceleri Arap kızının camdan bakması için harika bir hava olayı ve kumdan yapılacak kuleler için iyi bir ön hazırlık olarak gördüğü yağmura zaman geçtikçe tüm hüzünlerini yüklemeye alışıyor. Beşer bu, aklı havada gezmekten bulutlarla dertleşmeye başlıyor. Yağmursa her şeyi gün yüzüne çıkartıyor. İnsan böyle böyle alışıyor yüzleşmeye. Duygunun her haliyle, acının, neşenin tüm tonlarıyla yüzleşiyor. Ama yine de her yüzleşmede ona en çok yakışan -gülümsemek- diye büyülü bir gerçeğin olduğunu öğrenip, içten gülücükler savurmaya alışıyor.
Tüm bunlar olurken farkında olmadan sevdiklerine alışıyor insan. Bir gün kaybedeceğini unutup öylece sahipleniyor. Hiç gitmeyeceğine inandığından olacak kırıp döküyor çoğu zaman. İnsan dünyaya öyle alışıyor ki ölümü unutuyor zaman zaman.
Bir bir kaybetmeye başlayınca da yokluğa alışıyor. Anılar öyle siliniyor ki göz önünden, rafa kaldırılan bir kitap arasındaki fotoğraflarda kalıyor yaşanmışlıklar. Can yakıyor aksi takdirde.
Alışmak da yaşamak kadar zor zanaat anlıyor. Her kelime bir insanı anlatır ya, -alışmak- kelimesi insanlığı anlatıyor. Zaten insan alışmazsa yaşayamıyor.
Her alışılmışlıkta yine bir dua koşuyor yardıma:

“Rabbim sabır, Ya Sabûr…”

26 Ekim 2014 Pazar

Hoş Gelişler Ola

Bahsetmek istediğim, hakkında konuşulacak çokça şey
sorunlarımızla, sorumsuzluklarımızla
bir şikayetname bugünlerde sözlerim.
düşünmeye ihtiyaç vardı
bir süreliğine –yazma- işini yavaşlatmaya
grev desek yalan olmaz aslında
devamının ayaklanma olmasından korkup, başladım yine yazmaya
üstelik alışkın olmadığım bir tarzla
anca buna sığdırdım şikayetlerimi.
ama hoş görürsünüz biliyorum
bunu deyince hoş görmek zorunda değilsiniz
ama okur hoş görür bilesiniz
sahi okur olmak güzel değil mi? ben okuyorum
okuduğum şairlerden, yazarlardan etkileniyorum
çok seviyorum bazen
ama sevdiklerini sevmiyorum
şaşıyorlar çoğu zaman, beşerler en nihayetinde
şaşışlarını kaleme almalarını seviyorum
sahi okur olmak güzel
en çok bu mesleği seviyorum.
-ne iş yapıyorsun?
-okurum efendim
-ne okuyorsun
-yaşamı
çünkü zaten her yazılan yaşamımızdan çıkmaz mı?
bundandır şair yazar ayırt etmemem
yazdıysan okurum, okumak zorundayım
yaşamın içinden gelen her şey aynı derecede önemlidir çünkü
biri kalbe daha çok dokunduysa
yazarın suçu ne?
sen kalbini düzeltmeyi denesene
evet okurum efendim,
doğayı, bulutları, kedileri çok güzel okurum
güzel evet
çünkü güzel olan her şey bunu hak ediyor bayım
lakin kalpleriniz okunamayacak kadar karışık: okuyamıyorum
-asıl gelmek istenen konu -amaca ulaşmanın haklı gururu-
ihtiyaçlardan bahsediyoruz her gün, her an
giyinme – barınma – beslenme
bu kadar mı sahi?
düşünmek de bir ihtiyaç: zaruri üstelik
hele de güven
güvenmek de bir ihtiyaçtan doğar bence
bencillikten öte tüm bence’lerim
okur katılmak zorunda değil
hem dedim ya: yazarın suçu ne?
ortalama dört yüz kelimeyi geçmiyormuş yazdıklarımız, konuşmalarımız
insanın bunu duyunca yazıya da güvenesi gelmiyor
dört yüz kelime
sayfamdaki kelimeleri saysam daha az gelecek biliyorum
kendimden de utanıyorum, hepimiz adına da insanlıktan.
süslü cümleler kursam bilinmeyen kelimelerle dolu
bu kez de anlaşılma kaygısı
yollar hep çıkmaz
peki suç kimde?
eski Türkçe neden var?
başındaki –eski- niye?
uzaklaşıyorum konumdan
bir kelime oyunu yapmak isterdim
uzaklaşabilsem bulunduğum konumdan
ama kök salmışız şehirlerimize
gitmek olamıyor bizce
biz kimiz?
neye nasıl neden kararlar veriyoruz?
madem beşeriz neden güvenmiyoruz birbirimize
burada daha çok –güvenemiyoruz- demek isterdim
güvenemiyoruz sahi
kök salmışız dedim ya bir dalımız kırılsa soluyoruz
dallarımızı sakınıyoruz güya
çünkü -beşer şaşar- sözünü öyle kazımışız ki zihinlerimize
her şaşkınlığı görmezden gelebilecek beşerler var oysa içimizde
-öyleydim- desem
-egoistim- demekle aynı mı olur bilinmez
di-li geçmiş zamanı da sevmem oysa
ama –dim
geldim
kurutarak köklerimi
mevsimlerin en güzeline inandırdım kendimi
sabrı koydum heybeme
geldim
mektuplarla
yalınayak geçerek taşlıklardan
geldim
açılacak diye kapılar
en güven dolu meyvelerimle
toprağı bırakıp geldim
gül kolonyanız var mı
tütün ya da limon da olur fark etmez
ikram adettir, kuraldır belki
onu da boşverin
kuralları da delip geldim
yazmaya geldim
güvensizlikten arınıp, dört yüz kelimeye inat
evet inat
tüm olumsuzluklarla inatlaşmaya geldim
-Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır- diyor Tarık Tufan
yeniden başlamaya geldim
kayıplarımla, kazançlarımla geldim
soğuk ve yağmurlu bir sonbaharda
evet evet sonbaharda
her şey son değil mi zaten
belki de son nefes, son görüş
neyse işte
geldim
affınıza sığınıyorum açın kapıyı ve aralayın sayfayı
güvenin - eleştirin - sevin
ama tüm bunları belli edin
ben geldim
ezberlerden uzak, uzunca sözlerle geldim
sözlerinize ihtiyacım var
bunu bilerek geldim; en davetkar edayla
hoş gelişleriniz ola
her gelişin hayırlara vesile olması duasıyla…

Dinlesen Seversin: Bülent Ortaçgil - Sana Geldim

19 Eylül 2014 Cuma

Ceplerimde Değerler

Yazıyorum, çünkü içimde susturamadığım bir ses var. /Sylvia Plath/
Yeni haberler biriktirdim ceplerimde. -Mutluluk paylaştıkça çoğalır- felsefemle cebimdeki taşları paylaşıyorum şimdi. Değerli, renkli, kalıcı, güzel ve -red cevabı almaktan korkuyorum- diyerek toplamaya başladığım taşlar. Rabbim bu taşları cebimden eksik etmesin diyerek başlıyorum bu değerleri sizlere tanıtmaya.
Uzun süre takip edip, hemen hemen her yazıyı büyük bir özen ve hayranlıkla okuduğum bir topluluktu. Topluluktan ziyade –aile- terimini kullansam daha uygun olacaktır. Biraz göz gezdirdiğinizde bu köyün ne kadar dolu dolu olduğunu anlayacaksınız siz de. Hal böyleyken red cevabı almaktan yana korkum artıyordu. Ama bir cesaret attığım mail ve tüm samimiyetle gelen olumlu cevaplar, sonrası içime sığmayan mutluluklar falan. Velhasıl artık onuncu köy sakiniyim ben de çok şükür. Ve bu güzel ailenin bir üyesi. İşte cebimdeki renkli taşlardan biri, benim için gerçekten unutulmaz ve değerli. İnşallah bunun hakkını verebilirim diyorum ve sizi bu güzel siteye davet ediyorum.
İkinci bir güzel gelişme, cebimdeki ikinci bir güzel taş da KafkaOkur oldu benim için. Kafka’yı okumak ve anlamaya çalışmak hep güzeldi. İşte bu sevgi benim KafkaOkur’la tanışmama vesile oldu. Büyük bir zevkle takip ettiğim sitenin dergi olacağı haberini alınca da tutamadım kendimi ve daha öncesinde yazdığım yazımı göndermek için bir cesaret daha sergiledim. Bu yazım tabiî ki Kafka ile aynı felsefeyle kalemi eline alan bir bayan şairi, yazıya da bir sözüyle başladığım Sylvia Plath’i anlatıyordu. Kimine göre Plath bedbin bir kişiyi anımsatır her zaman, ama bana göre bu hiç böyle olmadı, aksine Plath hep kurtulmak için çabaladı ama yaşadıklarıyla ve birkaç ruhsal bunalımla başa çıkamadı. Plath’i anlamaya çalışmak ve yazmak benim için gerçekten çok özeldi. Attığım bu adımda da beni çok mutlu edecek geri dönüşler aldım ve işte KafkaOkur içerisinde Sylvia Plath’i yazdığım ilk sayısıyla raflarda yerini aldı. Plath’in verdiği cesaretle bu felsefeyi daha çok araştırmaya ve gerek yeni sayılarda gerekse de internet sitesinde yeni yazılarımla yer almaya çalışacağım inşallah. (Not: Derginin bulunduğu şehirler şimdilik biraz kısıtlı ama siz bana şehrinizi söyleyin ben size nerelerde bulabileceğinizi.)
Bu renkli taşları anlatabileceğim daha onlarca güzel cümlelerim var. Ama ben yarıda bırakayım ki tekrarı nasip olsun, o cümleleri de tekrarlarında alayım kaleme. Dualarınızda yer vermeyi unutmayın ki ben bu sayfada yeni mutluluklar ve yeni heyecanlar paylaşabileyim. “Çünkü içimde susturamadığım bir ses var…” ve bu ses paylaştıkça çok güzel ezgilere dönüşüyor. Dua ile...


17 Ağustos 2014 Pazar

Bir Derin Kays Meselesi


Bazı hikayelerin bence’sini dile getirmek zordur. Yıllarca alışılagelmiş bir anlatıyı bir fikirle, bir düşünceyle yok etmeyi beklemek de anlamsızdır biliyorum. Ama bu hikayenin “bence’si”nin hikaye kahramanını memnun edeceğini düşünüyorum.
Leyla ile Kays. Bir çok ağızdan farklı tarzlarda dinledik yıllarca. Bir çoğumuz belki bu masalla dalardı uykusuna. Fakat bir farkla: Leyla ile Mecnun derdik buna. Şimdiye kadar ben de hep böyle anlattım ve dinledim. Fakat gel gelelim, Kays’a Mecnun diyesim gelmiyor artık benim. Zira Kays’tır o.
Kısaca şöyledir bu hikaye: Bildiğimiz üzere Leyla ile Kays çocukluk aşklarıdır birbirlerinin. Kalpleri küçüktür fakat büyüktür sevdaları. Kara olmasa da tez yayılır bu haber, gider Leyla’nın annesine. Leyla’yı okuldan alan annesi Kays ile görüşmesini istemez ve yasaklar koyar. Deliye döner Kays, Leyla’nın hasretine dayanamaz. Leyla’ya olan aşkına bir türlü söz geçiremez. Bundandır Kays’a verilen Mecnun lakabı. Deli anlamına gelen bu lakapla anılır hale gelir. Leyla’nın aşkından çöllere düşen Kays perişandır. Bu aşk kendini unutturmuştur. Evvela her baktığı yerde Leyla’sını görür. Zamanla Leyla’yı da unutur. Öyle bir makama ulaşmıştır ki, gönlü dünyaya ve beşere karşı hiç olur. Leyla bir gün Kays’ı aramak ister ve düşer çöllere. Nitekim bulur da, fakat Kays tanımaz onu ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” sorusuyla karşılık verir. Leyla, onun ulaştığı mertebeyi anlar ve bir şey diyemeden geri döner.
Şimdi gelelim asıl konuma. Hal böyleyken Kays’a hala Mecnun diyor olmak. Yazının başında dediğim gibi: Kays’a Mecnun diyesim gelmiyor artık. Zira Kays’tır o. Leyla’ya olan aşkından dolayıdır Mecnun lakabı. Oysa Leyla’nın aşkı vesiledir çöle düşüp beşerden ayrı kalmasına. O gün Leyla onu çölde bulduğunda: “Sen benim Leyla’msın, geldin beni buldun ve her şey geride kaldı.” Deyip tutup elinden gitseydi çölün dışına, o gün devam ederdik Mecnun lakabına. Lakin tanımayarak ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” diyerek silmemiş midir o ismi? Leyla, Kays’ın duasıdır. Kays’ın Leyla’sı suretlerin ötesidir artık. Onun aşkı hiçlik makamıyla aşk-ı ilahiyede can bulmuştur. Mecnun Kays’ın öldürdüğü nefsidir.
Hikayenin sonuysa şudur ki; Kısa bir süre sonra vefat eder Leyla. Birkaç zaman sonra da Kays. Böylece hakiki kavuşmayı yaşarlar.
Ve Abdurrahim Karakoç bu hikayeyi şu sözlerle tamamlar:
“Mecnunlar Mevla'yı bulursa canda, el olur Leyla'lar…”
Başta dediğim gibi herkes tarafından bilinen bir kişinin, hikayenin ya da olayın “bence’si”ni dile getirmek zordur. Bir yanlış düşüncem, yanlış bilgim ya da yanlış anlatımım varsa affola. Ve bu meselenin en içten duası da gelir Kays vasıtasıyla: Rabbim gönüllerimize aşk-ı ilahiyi aşılasın ve açsın gönüllerimizi arşa, inşallah… Dua ile…

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Okşanacak Başlar

Bir sabah yalnızlığa uyanmanın birçok eylemi barındırdığı haldi kimsesizlik. Allah’a emanet olan çocuklarımızdı, her gece hayallerine sarılıp uyuyanlar. Yaşayamadan çocukluğunu, tüm sorumlulukları omuzlayanlar. Sahi onlar mıydı küçük bedenlerine kocaman bir kalbi sığdıran, yoksa biz miydik büyük bedenlerimize rağmen, onların masum düşlerine aldırış etmeyip günden güne küçülen?
Sıcak yuvalarımızda avuturduk oysa kendimizi, bir gün hiç yalnız kalmayacağımıza inandırılıp kurduk geleceğimizi. Biz ki bir sonraki günün getireceklerini bilemeyecek acizlikteyken, neye güvendik de unuttuk yetimlerimizi?
Bir öğüdü vardı en sevilenin: “Yetimi kendine yakın tut. Başını elinle okşa ve onu sofrana oturt. Böyle yaparsan kalbin yumuşar ve hacetin görülür” derdi. Bir sünneti yerine getirmenin karşılığıydı bir sıcak tebessüm. Peki, kaç yetim doyurdu sofralarımız, kaç başta anlam buldu kalp yumuşaklığımız?
Hayatın gerçekleri diye nitelendirdiğimiz yaşanmışlıklardı, yetimhanelerde şahit olduklarımız. Hepsinin hikâyesi farklı da olsa, aynıydı içlerindeki özlem. Hem zaten bir acı kaç bilinmeyene dönüşebilirdi ki? Savaşlar, depremler sonucu bir gün ansızın yitip gidenler. Sonrası; hasretler, ‘şimdi yanımda olsaydı…’ ile başlayan çaresizlikler. Terk edilmişlikler, kayboluşlar, kaybedişler…
Onlardan yalnızca ikisiydi Sara ve Muhammed, o küçük yaşlarında, belki de hala farkında olmadan gidenlerin, gülümsemesini inatla yitirmeyenler. Bir odada yaşıtlarıyla aynı kaderi yaşarken buldular kendilerini. Gün geceye bırakırken yerini, acının en derin yaşandığı saatlerde çektiler geçmişin üzerine perdeleri. Kim bilebilir ki her gece Rabbine sığınıp söylediği o samimi sözleri.
Vardı gözyaşlarının anlattığı bir geçmişleri. Ertesi günün güzelliğine inanarak uyumuştu belki o gün Sara, bir melek masumluğunda. Yanındaydı ailesi, kaybetme düşüncesinin uzaklığı kadar çekmişti içine aile kokusunu. Öyle dalmıştı sabahı belli olmayan uykusuna. Yarın yeni oyuncaklar isteyecekti belki, belki de yalnızca yaslayacaktı başını ailesinin mutluluk tablosuna. Bir telaşla açtı gözlerini, uzun gecenin uzun süremeyen uykusundan kaçarcasına. Odada her şeyin sallanmasına ve içeriden gelen çığlıklara anlam veremeden veda etti mutlu sabahlara. O gün güneşin neden bulutların ardına saklandığını sordu göçük altında kalan babasına, ‘artık uslu olacağım, ama ne olur uyan ve beni yeniden parka götür’ dedi, cansız yatan bedene usulca… Hiç cevap alamadı o günden sonra sorusuna. Her cevapsız gün, eksilen tebessümdü kurallarda. Öyle de oldu zira, Sara’nın küçük dünyasında.
Çoğu zaman da savaşın içine attık insanlığımızı, izlemeye dayanamadığımız sahnelere tâbi tuttuk vicdanımızı. Uzaktan yorumlar savurduk, cesaretler sergiledik ve ahkâm kestik küstahça, küçük Muhammed için nasıl bir felaket olduğunu düşünmeden. Eli oyuncak görmeyen çocuklarımızı büyüttük kurşunlarla. Ve bir çocuk küstü ailesine, kanlar içinde veda ettikleri için kendisine. Bu sahneyle büyüdü senelerce. Kırılan kalbin kinine hangi kurşun tesir ederdi? Bir yetimin gözyaşlarına kim sessiz kalabilirdi? Bir savaşı gören çocuk, geleceğini hangi hayale sığdırabilirdi?
“Bir yetimi himaye eden kimseyle, cennette şöyle yan yana bulunacağız” derdi Allah’ın en sevgili kulu. Peki, biz yetim kalan ümmet ne derece açıyoruz kapılarımızı, ne kadar şükrediyoruz, dualarımızda ne kadar yer veriyoruz kardeşlerimize? İhtiyacın yalnızca maddi değil, en çok da kalbî olduğunu unutmasak kâfi aslında. Elimizin doluluğu değil önemli olan, kardeşçe uzattığımız elin sıcaklığı. Bir kere de olsa atın tüm sözlük anlamlarını bir kenara. Yetim –kimsesiz- demek değil, bize emanet edilen imtihanlarımız aslında.
                                                                                                Zeynep Nur ÇANDIR
(-Ümmetin 40 Yetimi- Kitabından)

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Söz Uçar, Yazı Kalır - II

Sözlerimiz gerçekten uçup gidiyor ve geriye yalnızca yazılarımız kalıyor. Bundandır insan daha çok yazmak istiyor. Önceki yazılarımdan birinde 40’lar kulübünden bahsetmiştim. (Söz Uçar, Yazı Kalır - I) Yetimlerimizi kaleme aldığımız kitabı paylaşmıştım sizinle. Yeni kitabında yolda olduğunu söyleyerek bitirmiştim yazımı. Paylaşmaya bir türlü fırsat olmadı ama geç olsun güç olmasın diyerek –ikinci kitabı, ikinci heyecanı, ikinci mutluluğu- paylaşıyorum.


40 kalem yeniden bir olduk ve üstadlarımızı yazdık. Kimimiz Mehmet Akif diyerek aldı kalemi eline, kimimizse Necip Fazıl. Çırak saydık kendimizi ve anlattık usta şairleri. “Rabbim kalemimize gerçekten o ustalara çırak olabilecek ilhamı versin” diyerek ettik duamızı. Böylelikle çıktı 22. Kitap. Yazdıkça şiirleri daha ayrı sever olduk, yaşadıkları buhranlarıyla üzülüp, yazdıkları davalarıyla cesaretlendik. Biz 40 yürek hemhâl olduk ve yazdık. Beğenmeniz umuduyla…


Unutmadan söylemeliyim ki; -Ümmetin 40 Yetimi- ve -2 Usta 40 Çırak- kitaplarımıza ve daha fazlasına gerek 40’lar Kulübü internet sitesinden, gerek de benden ulaşabilirsiniz. Ben şimdilerde üçüncü kitap heyecanını yaşıyor ve konunun ağırlığını kaleme yükleyip yazmaya çalışıyorum. Hakk’ı dosdoğru yazabilmek için dualarınızı bekliyorum... 

5 Ağustos 2014 Salı

Mavera'ya Mektuplar - I


Penceresinden gözlerken sokakları, türlü anlara tanık olurdu Mavera.
O ki görünenin ötesindeki anlamları yüklerdi omuzlarına. O omuzlar ki sahiplenirdi tüm dertleri. Bir gün bile şikayet etmeden gülücük saçardı. O gülücük ki adının anlamını en iyi taşıyandı. O ad ki giyilen en güzel elbise. O elbise ki kefenden farksız. Öyle beyazlık, öyle saflık.
Fakat Mavera öğrenilecek ne çok şey vardı. Şairin dediği -incir kuşlarının bakışlarında- dahi ne anlamlar saklıydı. Tüm saflıkları, tüm duyguları anlatsan, hiç susmasan ne iyi olurdu. Bir şarkı dinletircesine bazen, öyle ahenk dolu. Adını anlat Mavera. Bu en güzel maceradır bana.
Anlat ve işle kalbe –öteki hayat- hangisi? Anlat Mavera; gürültüye set çeker gibi, tek bir sözle dağları deler gibi, sanki yıllarca susmaktan sıkılmış gibi anlat.
Kulağa okunan ilk ezanı anlat. Alnıma yazılanı anlat Mavera. Lakin susma. Harfleri öldürmek en büyük cinayettir bazen ve susmak en büyük ölüm.
Suçsuz gel Mavera. Hiçbir cinayete karışmadan, harflerin özgürlüğüyle gel. Düşüncelerini öldürmeden, aksine can verircesine gel.
Ve anlat Mavera. Pencerenden gözlerken sokakları, tanık olduğun anları anlat. Maskeleri bazen, ya da yitirilmişlikleri, insanların neler uğruna gözyaşı döktüklerini… Ya da boşver hepsini. Ölümü anlat yalnızca, adını tanısam yeter bana.
Mavera, bu ilk mektuptur benden sana. 
Anlat Mavera… 

17 Temmuz 2014 Perşembe

Ben Filistin'im Bugün


     Ben Filistin’im bugün,
Sokaklarım gözyaşı dolu, kan dolu,
Köşe başlarında her cesette annesini arayan çocuklar dolu.
Filistin’im bugün,
Kaldırımlarım yalnızlık dolu, çaresizce çocuklarını hastaneye yetiştirmeye çalışan babalar dolu.
Sofralarım kurşun dolu.
Niyet edecekken oruca, şehadete niyet eden gençler dolu.
Küçük bedenlerim büyük yaralarla dolu.
Gözlerim kin dolu, nefret dolu.
Ben Filistin’im bugün.
Yüreğim İsrail askerine küçük elleriyle attığı taşla ailesini koruyan çocuğun cesaretiyle dolu.
Bir köşede oturup sessizce, yalnızca duaya sığınan annelerin teslimiyetiyle dolu.
Ben Filistin’im bugün.
Yapılan zulme bir çok Müslüman ses çıkarmasa da dilim şükür dolu.
Filistin’im bugün.
Evlerim, camilerim darmadağın olsa da, içim –El Kahhar- isminden aldığım umutla dolu.
Ben Filistin’im bugün.
Sokaklarım yılmadan cihad edecek yiğitlerle dolu.
Bugün Filistin’im ben.
Dilimde avuç dolusu dualar.
Yüreğimde cehennemin varlığının şükrü.
İçim ümmet bilinciyle inanç dolu.

13 Temmuz 2014 Pazar

Sabır Kuvvetlidir Ateşten


Bir çocuk gülümsemesine bakıp değer biçiyorum kelimelere. Saf mutluluklar topluyorum –önüm, arkam, sağım, solum- ile başlayan aranıştan. Enerji doluyorum küçük şeylere dünyalar kadar değer verilen o yaştan.
Kapı önlerinde oynayan çocukluk kalmadı, nitekim ben dahi geç kaldım o zamana. Duvarlar arasında büyüdük ve eksik kaldık bazı duygulardan. Ama o duvarlara rağmen bildik oynamasını, mutlu olmasını. Oyuncak bebekler, arabalar, çocukluğun olmazsa olmazı birkaç anıyı da raflara kaldırıp, büyüdük sonrasında.
Mutluluk kelimesinin tekrarından affınıza sığınıyorum fakat çocuk seslerinin kelime karşılığı bu benim alemimde; masumca mutluluk, habersizce mutluluk, korkusuzca mutluluk, safça mutluluk…
Şimdi geri sarıyorum her şeyi:
Gördüğüm, duyduğum, aldığım haberler sağır ediyor ve duyamıyorum tek bir çocuk sesini.
Lâl oluyorum, söylenecek bir söz bulamıyorum. Kan ve darmadağın olan şehirden başka hiçbir şey göremiyorum.
Kardeşlerimizin acısına nasıl ortak olunur, elden ne gelir, günlerdir bunu düşünüyorum. O fotoğrafları gördükçe hiçbir çocuk yüzünde bahsettiğim mutluluğu bulamıyorum. Rafa kaldırılan büyüme emaresi o oyuncaklar yerine bombalarla tanışan  çocukların hislerini, düşüncelerini silip atacak hiçbir şey bilmiyorum.
Kendisine kanlar içinde veda ettikleri için ailesine küsen çocuğun, bundan sonraki hayatında o sahneyle nasıl mücadele edebileceğini, geleceğini hangi hayale sığdırabileceğini bilmiyorum. O kalbin kinine hangi kurşun tesir eder bilmiyorum.
“Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var”dan aldığım ilhamla, duama saklanıp dinmesini bekliyorum.
Baba çaresizliklerinin, anne gözyaşlarının, çocuk korkularının dinmesini bekliyorum.
Hiçbir kötülüğün cezasız kalmayacağını söyleyen inancımın verdiği sabırla bekliyorum.
Özellikle içinde bulunduğumuz bu ayda, dualarınızda yer vermeniz gereken müslüman kardeşlerimizi hatırlatmak istiyorum.

Dua ve hayır ile…

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Hasıl-ı Kelam


















Hali kalmamış düşlerin,
Feri sönmüş gözler misali,
Görememiş gerçeği,
Dayanamayıp sonrasında
Yığılıvermiş boş bir sokakta.
Bir ses geçip gitmiş usulca,
Üstelik büyük bir umursamazlıkla,
Hem zaten yabancıyız da,
Biraz da boşuna.
Hasıl-ı Kelam:
Yitip gitmek kolay bu kalabalıkta…