Translate

17 Ağustos 2014 Pazar

Bir Derin Kays Meselesi


Bazı hikayelerin bence’sini dile getirmek zordur. Yıllarca alışılagelmiş bir anlatıyı bir fikirle, bir düşünceyle yok etmeyi beklemek de anlamsızdır biliyorum. Ama bu hikayenin “bence’si”nin hikaye kahramanını memnun edeceğini düşünüyorum.
Leyla ile Kays. Bir çok ağızdan farklı tarzlarda dinledik yıllarca. Bir çoğumuz belki bu masalla dalardı uykusuna. Fakat bir farkla: Leyla ile Mecnun derdik buna. Şimdiye kadar ben de hep böyle anlattım ve dinledim. Fakat gel gelelim, Kays’a Mecnun diyesim gelmiyor artık benim. Zira Kays’tır o.
Kısaca şöyledir bu hikaye: Bildiğimiz üzere Leyla ile Kays çocukluk aşklarıdır birbirlerinin. Kalpleri küçüktür fakat büyüktür sevdaları. Kara olmasa da tez yayılır bu haber, gider Leyla’nın annesine. Leyla’yı okuldan alan annesi Kays ile görüşmesini istemez ve yasaklar koyar. Deliye döner Kays, Leyla’nın hasretine dayanamaz. Leyla’ya olan aşkına bir türlü söz geçiremez. Bundandır Kays’a verilen Mecnun lakabı. Deli anlamına gelen bu lakapla anılır hale gelir. Leyla’nın aşkından çöllere düşen Kays perişandır. Bu aşk kendini unutturmuştur. Evvela her baktığı yerde Leyla’sını görür. Zamanla Leyla’yı da unutur. Öyle bir makama ulaşmıştır ki, gönlü dünyaya ve beşere karşı hiç olur. Leyla bir gün Kays’ı aramak ister ve düşer çöllere. Nitekim bulur da, fakat Kays tanımaz onu ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” sorusuyla karşılık verir. Leyla, onun ulaştığı mertebeyi anlar ve bir şey diyemeden geri döner.
Şimdi gelelim asıl konuma. Hal böyleyken Kays’a hala Mecnun diyor olmak. Yazının başında dediğim gibi: Kays’a Mecnun diyesim gelmiyor artık. Zira Kays’tır o. Leyla’ya olan aşkından dolayıdır Mecnun lakabı. Oysa Leyla’nın aşkı vesiledir çöle düşüp beşerden ayrı kalmasına. O gün Leyla onu çölde bulduğunda: “Sen benim Leyla’msın, geldin beni buldun ve her şey geride kaldı.” Deyip tutup elinden gitseydi çölün dışına, o gün devam ederdik Mecnun lakabına. Lakin tanımayarak ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” diyerek silmemiş midir o ismi? Leyla, Kays’ın duasıdır. Kays’ın Leyla’sı suretlerin ötesidir artık. Onun aşkı hiçlik makamıyla aşk-ı ilahiyede can bulmuştur. Mecnun Kays’ın öldürdüğü nefsidir.
Hikayenin sonuysa şudur ki; Kısa bir süre sonra vefat eder Leyla. Birkaç zaman sonra da Kays. Böylece hakiki kavuşmayı yaşarlar.
Ve Abdurrahim Karakoç bu hikayeyi şu sözlerle tamamlar:
“Mecnunlar Mevla'yı bulursa canda, el olur Leyla'lar…”
Başta dediğim gibi herkes tarafından bilinen bir kişinin, hikayenin ya da olayın “bence’si”ni dile getirmek zordur. Bir yanlış düşüncem, yanlış bilgim ya da yanlış anlatımım varsa affola. Ve bu meselenin en içten duası da gelir Kays vasıtasıyla: Rabbim gönüllerimize aşk-ı ilahiyi aşılasın ve açsın gönüllerimizi arşa, inşallah… Dua ile…

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Okşanacak Başlar

Bir sabah yalnızlığa uyanmanın birçok eylemi barındırdığı haldi kimsesizlik. Allah’a emanet olan çocuklarımızdı, her gece hayallerine sarılıp uyuyanlar. Yaşayamadan çocukluğunu, tüm sorumlulukları omuzlayanlar. Sahi onlar mıydı küçük bedenlerine kocaman bir kalbi sığdıran, yoksa biz miydik büyük bedenlerimize rağmen, onların masum düşlerine aldırış etmeyip günden güne küçülen?
Sıcak yuvalarımızda avuturduk oysa kendimizi, bir gün hiç yalnız kalmayacağımıza inandırılıp kurduk geleceğimizi. Biz ki bir sonraki günün getireceklerini bilemeyecek acizlikteyken, neye güvendik de unuttuk yetimlerimizi?
Bir öğüdü vardı en sevilenin: “Yetimi kendine yakın tut. Başını elinle okşa ve onu sofrana oturt. Böyle yaparsan kalbin yumuşar ve hacetin görülür” derdi. Bir sünneti yerine getirmenin karşılığıydı bir sıcak tebessüm. Peki, kaç yetim doyurdu sofralarımız, kaç başta anlam buldu kalp yumuşaklığımız?
Hayatın gerçekleri diye nitelendirdiğimiz yaşanmışlıklardı, yetimhanelerde şahit olduklarımız. Hepsinin hikâyesi farklı da olsa, aynıydı içlerindeki özlem. Hem zaten bir acı kaç bilinmeyene dönüşebilirdi ki? Savaşlar, depremler sonucu bir gün ansızın yitip gidenler. Sonrası; hasretler, ‘şimdi yanımda olsaydı…’ ile başlayan çaresizlikler. Terk edilmişlikler, kayboluşlar, kaybedişler…
Onlardan yalnızca ikisiydi Sara ve Muhammed, o küçük yaşlarında, belki de hala farkında olmadan gidenlerin, gülümsemesini inatla yitirmeyenler. Bir odada yaşıtlarıyla aynı kaderi yaşarken buldular kendilerini. Gün geceye bırakırken yerini, acının en derin yaşandığı saatlerde çektiler geçmişin üzerine perdeleri. Kim bilebilir ki her gece Rabbine sığınıp söylediği o samimi sözleri.
Vardı gözyaşlarının anlattığı bir geçmişleri. Ertesi günün güzelliğine inanarak uyumuştu belki o gün Sara, bir melek masumluğunda. Yanındaydı ailesi, kaybetme düşüncesinin uzaklığı kadar çekmişti içine aile kokusunu. Öyle dalmıştı sabahı belli olmayan uykusuna. Yarın yeni oyuncaklar isteyecekti belki, belki de yalnızca yaslayacaktı başını ailesinin mutluluk tablosuna. Bir telaşla açtı gözlerini, uzun gecenin uzun süremeyen uykusundan kaçarcasına. Odada her şeyin sallanmasına ve içeriden gelen çığlıklara anlam veremeden veda etti mutlu sabahlara. O gün güneşin neden bulutların ardına saklandığını sordu göçük altında kalan babasına, ‘artık uslu olacağım, ama ne olur uyan ve beni yeniden parka götür’ dedi, cansız yatan bedene usulca… Hiç cevap alamadı o günden sonra sorusuna. Her cevapsız gün, eksilen tebessümdü kurallarda. Öyle de oldu zira, Sara’nın küçük dünyasında.
Çoğu zaman da savaşın içine attık insanlığımızı, izlemeye dayanamadığımız sahnelere tâbi tuttuk vicdanımızı. Uzaktan yorumlar savurduk, cesaretler sergiledik ve ahkâm kestik küstahça, küçük Muhammed için nasıl bir felaket olduğunu düşünmeden. Eli oyuncak görmeyen çocuklarımızı büyüttük kurşunlarla. Ve bir çocuk küstü ailesine, kanlar içinde veda ettikleri için kendisine. Bu sahneyle büyüdü senelerce. Kırılan kalbin kinine hangi kurşun tesir ederdi? Bir yetimin gözyaşlarına kim sessiz kalabilirdi? Bir savaşı gören çocuk, geleceğini hangi hayale sığdırabilirdi?
“Bir yetimi himaye eden kimseyle, cennette şöyle yan yana bulunacağız” derdi Allah’ın en sevgili kulu. Peki, biz yetim kalan ümmet ne derece açıyoruz kapılarımızı, ne kadar şükrediyoruz, dualarımızda ne kadar yer veriyoruz kardeşlerimize? İhtiyacın yalnızca maddi değil, en çok da kalbî olduğunu unutmasak kâfi aslında. Elimizin doluluğu değil önemli olan, kardeşçe uzattığımız elin sıcaklığı. Bir kere de olsa atın tüm sözlük anlamlarını bir kenara. Yetim –kimsesiz- demek değil, bize emanet edilen imtihanlarımız aslında.
                                                                                                Zeynep Nur ÇANDIR
(-Ümmetin 40 Yetimi- Kitabından)

13 Ağustos 2014 Çarşamba

Söz Uçar, Yazı Kalır - II

Sözlerimiz gerçekten uçup gidiyor ve geriye yalnızca yazılarımız kalıyor. Bundandır insan daha çok yazmak istiyor. Önceki yazılarımdan birinde 40’lar kulübünden bahsetmiştim. (Söz Uçar, Yazı Kalır - I) Yetimlerimizi kaleme aldığımız kitabı paylaşmıştım sizinle. Yeni kitabında yolda olduğunu söyleyerek bitirmiştim yazımı. Paylaşmaya bir türlü fırsat olmadı ama geç olsun güç olmasın diyerek –ikinci kitabı, ikinci heyecanı, ikinci mutluluğu- paylaşıyorum.


40 kalem yeniden bir olduk ve üstadlarımızı yazdık. Kimimiz Mehmet Akif diyerek aldı kalemi eline, kimimizse Necip Fazıl. Çırak saydık kendimizi ve anlattık usta şairleri. “Rabbim kalemimize gerçekten o ustalara çırak olabilecek ilhamı versin” diyerek ettik duamızı. Böylelikle çıktı 22. Kitap. Yazdıkça şiirleri daha ayrı sever olduk, yaşadıkları buhranlarıyla üzülüp, yazdıkları davalarıyla cesaretlendik. Biz 40 yürek hemhâl olduk ve yazdık. Beğenmeniz umuduyla…


Unutmadan söylemeliyim ki; -Ümmetin 40 Yetimi- ve -2 Usta 40 Çırak- kitaplarımıza ve daha fazlasına gerek 40’lar Kulübü internet sitesinden, gerek de benden ulaşabilirsiniz. Ben şimdilerde üçüncü kitap heyecanını yaşıyor ve konunun ağırlığını kaleme yükleyip yazmaya çalışıyorum. Hakk’ı dosdoğru yazabilmek için dualarınızı bekliyorum... 

5 Ağustos 2014 Salı

Mavera'ya Mektuplar - I


Penceresinden gözlerken sokakları, türlü anlara tanık olurdu Mavera.
O ki görünenin ötesindeki anlamları yüklerdi omuzlarına. O omuzlar ki sahiplenirdi tüm dertleri. Bir gün bile şikayet etmeden gülücük saçardı. O gülücük ki adının anlamını en iyi taşıyandı. O ad ki giyilen en güzel elbise. O elbise ki kefenden farksız. Öyle beyazlık, öyle saflık.
Fakat Mavera öğrenilecek ne çok şey vardı. Şairin dediği -incir kuşlarının bakışlarında- dahi ne anlamlar saklıydı. Tüm saflıkları, tüm duyguları anlatsan, hiç susmasan ne iyi olurdu. Bir şarkı dinletircesine bazen, öyle ahenk dolu. Adını anlat Mavera. Bu en güzel maceradır bana.
Anlat ve işle kalbe –öteki hayat- hangisi? Anlat Mavera; gürültüye set çeker gibi, tek bir sözle dağları deler gibi, sanki yıllarca susmaktan sıkılmış gibi anlat.
Kulağa okunan ilk ezanı anlat. Alnıma yazılanı anlat Mavera. Lakin susma. Harfleri öldürmek en büyük cinayettir bazen ve susmak en büyük ölüm.
Suçsuz gel Mavera. Hiçbir cinayete karışmadan, harflerin özgürlüğüyle gel. Düşüncelerini öldürmeden, aksine can verircesine gel.
Ve anlat Mavera. Pencerenden gözlerken sokakları, tanık olduğun anları anlat. Maskeleri bazen, ya da yitirilmişlikleri, insanların neler uğruna gözyaşı döktüklerini… Ya da boşver hepsini. Ölümü anlat yalnızca, adını tanısam yeter bana.
Mavera, bu ilk mektuptur benden sana. 
Anlat Mavera…