Translate

26 Ağustos 2016 Cuma

Aşk-ı İlahi

Mevlana’nın “ben ol da bil” diye cevapladığı bir soru vardır: “Aşk Nedir?”
Aşk sanılanın ötesinde bir bedeni sevmekten ibaret değildir. Aşk varoluşu sevmektir. Aşk Yaratan için yaratılana hayranlıktır.
Aşk-ı ilahi; “Cehennemde vücudum büyüsün tâ ehli imana yer kalmasın” diyen Hz. Ebu Bekir’in yüreğinde saklıdır. Aşk sırdır. Bu sır Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “Milletimin imanını selamette görürsem cehennem alevlerinde yanmaya razıyım...” sözleriyle lâl olmaktır.
Aşk “Beni görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim” diyen En Sevilenin (sav) ümmet sevgisidir. Aşk En Sevgiliye kavuşmayı beklemektir. Bunun için yalnızca emredilene boyun eğmektir. Aşk bu yönüyle ibadettir.
Mecnun çöllere düştüğü zaman, onu görenler Leyla’nın aşkının büyüklüğünden sanıyordu. Lakin Mecnun’un aşkı hiçlik makamıydı. Kays’ın yaşadıkları ve acısıydı onu dünyadan uzaklaştıran. Nesnelerden, kişilerden, dünyevi her şeyden soyutlamıştı kendini. Ve o çöllerde ruhunu dinlemişti yalnızca. Bundandı çölde onu bulan Leyla’yı tanımaması. “Leyla benim içimdedir. Sen kimsin?” cevabı. Kays, Leyla’yı öyle sevmişti ki bu sevgi onu gerçek sevgiliye ulaştırmıştı. Bu aşk Kays’a kendini unutturmuştu önce, sonra da Leyla’sını. Maddeden ayrı, ruha ait ilahi aşkı anlatırdı bize bu hikâye. Bundandır Abdurrahim Karakoç’un unutulmaz; “Mecnunlar Mevla’yı bulursa canda, el olur Leyla’lar…” dizelerinin ardındaki mana.
Züleyha, Yusuf’un suretinde Rabbini görmüştür, öylece bürünmüştür şükre. Nitekim sevdiği suret değil, o güzel yansımadır önce. Mektubuna Yusuf diye başlayıp Yusuf diye bitirmesi de bundandır. Zira geçememiştir hitaptan ötesine. Gönlünde aşkı tatmıştır Yusuf ile. Ve bulamamıştır hiçbir kelam, o güzelliğin üzerine.
Mevlana da Şems-i Tebrizi’de bulmuştur bunu. Şems ki Mevlana için doğan güneşten farksız. Şems ki mürşidi kâmil. Şems ki Mevlâna’ya ardında Mevlâ’yı içeren gözyaşlarını döktüren. Şems, maddeden çok maneviyatçı. Mevlâna için Şems yüreğe düşen ateş değil, yüreğe nasıl ateş düşürüldüğünü gösteren hocası.
Yıllardır bizlere anlatılan bir hikâye vardır. Bir çoban padişahın kızına âşık olur, lakin utanır diyemez kimseye. Padişah kızıdır karşısındaki, cesaret edebilir mi hiç dile getirmeye. Duyanlar da kızar, “git dengini bul” diyerek azarlar. Bir arkadaşına anlatır sonradan, o da tutar kolundan, götürür bir arif kişiye. Arif kişinin sözleri merhem gibi gelir çobanın yanan yüreğine. “Şehrin dışında bir divan kur ve tüm gününü ibadetle geçir. Al tespihi ve –Ya Allah- de. Kim gelirse gelsin, ne derse desin sen devam et –Ya Allah- demeye…” der ve devam eder çobanın içine umut dolduran sözlerine. “Bir gün padişah kızını kendi isteğiyle sana getirene kadar çekmeye devam et –Ya Allah-. İşte o zaman devam edebilirsin eski hayatına.” Çoban şaşırır, zira yıllardır gönlüne sığdıramadığı padişah kızına ulaşmanın tarifinin bu oluşu oldukça basit gelir. Ve başlar padişah kızının hayaliyle zikrine. Gün geçer çobanın namı duyulur. “Bir derviş gelmiş şehre, durmadan ibadet eder, dili durmadan Allah dermiş…” sözleri yayılır şehirde. Çoban artık inanır zikrin gücüne. Silinir gözlerinin önünden padişah kızının hayali, zikir dilinden değil kalbinden dökülür duruma gelir. Devam eder yine –Ya Allah, Ya Allah-. Ve padişaha ulaşır bu haber. Düşünmeye başlanır, bir kurul toplanır ve tartışılır: –Nasıl olur da bu derviş sarayımıza lütfeder-. Zira derviş bu, kabul eder mi altını, hanı, rütbeyi, şanı. Kuruldan bir arif –kızınız- der. Padişah kabul eder mi diye düşünürken, kendilerini yolda bulur. Sorar -ne yapsak gelirsin sarayımıza-. Başlar sıralamaya. Bakar ki kabul etmiyor, -kızım- der en sonunda. Çoban hiç düşünmeden reddeder bunu da. Arkadaşı gelir sorar: –Bunun için günlerdir buradasın, ne için kabul etmedin?-. Çoban ulaşmıştır bir kere o güzel makama. Cevabı da verir yakışır bir şekilde, arkadaşına: -Ben günlerdir padişahın kızı için buradaydım, hiç durmadım Ya Allah dedim, padişah kızı ile ayağıma geldi. Bir de Allah için Ya Allah deseydim neler olmazdı…- der ve devam eder zikrine.
İlahi aşk; Leyla’nın, Yusuf’un, padişah kızının güzelliğinde değil, o güzelliği verende saklıdır. Bu dünyada bu güzellikleri bize gösterenin güzelliğini düşlemektir. Yunus Emre;
“Maharet güzeli görebilmektir.
Sevmenin sırrına erebilmektir.
Cihan âlem herkes bilsin ki şunu;
En büyük ibadet sevebilmektir.”
Dizeleriyle anlatır bunu. Evvela aşk gözleri kapatıp, gönlü arşa açmaktır. Aşk tefekkürdür; bakılan, duyulan her şeyde sevgiliyi arayıştır. Her arayışın sonunda şükre varıştır. Aşk beş vakit sevgilinin kapısına dayanıştır. Elleri semaya açıp yakarıştır. Aşk aftır. Aşk en büyük fedakârlıktır. Dünyadan feragat edip, yalnızca Allah’a boyun eğip sabretmektir. Aşk elif gibi dik, vav gibi mütevazı olmaktır. Aşk buluşma gününü beklemektir. Bunun için ölümü sevmektir.
Üstad Necip Fazıl “Ne acı kaybetmek için sahiplik, ölümlüyü sevmek ne korkulu iş…” diyor. Mevla dururken sevgiyi, aşkı beşerde aramanın acizlik olduğunu ustaca belirtir. Ölümsüz bir Rab varken ölümlüyü sevmek der, ne korkulu iş… Aşk ölmeden önce nefsi öldürmektir, ölümlüyü sevmek ise nefse can vermektir. Üstad bunu öğütler.
Ve Şems güneş gibi doğar konunun üzerine:
“Sevmek bu kadar güzelse, kim bilir sevmeyi yaratan ne kadar güzeldir…”

Zeynep Nur ÇANDIR
(40'lar Kulübü - Aşkın Kırk Yolu - kitabından)