Mevlana’nın “ben ol da bil” diye cevapladığı bir soru
vardır: “Aşk Nedir?”
Aşk sanılanın ötesinde bir bedeni sevmekten ibaret değildir.
Aşk varoluşu sevmektir. Aşk Yaratan için yaratılana hayranlıktır.
Aşk-ı ilahi; “Cehennemde
vücudum büyüsün tâ ehli imana yer kalmasın” diyen Hz. Ebu Bekir’in
yüreğinde saklıdır. Aşk sırdır. Bu sır Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “Milletimin imanını selamette görürsem cehennem
alevlerinde yanmaya razıyım...” sözleriyle lâl olmaktır.
Aşk “Beni
görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim” diyen
En Sevilenin (sav) ümmet sevgisidir. Aşk En Sevgiliye kavuşmayı beklemektir.
Bunun için yalnızca emredilene boyun eğmektir. Aşk bu yönüyle ibadettir.
Mecnun çöllere düştüğü zaman, onu görenler Leyla’nın aşkının
büyüklüğünden sanıyordu. Lakin Mecnun’un aşkı hiçlik makamıydı. Kays’ın
yaşadıkları ve acısıydı onu dünyadan uzaklaştıran. Nesnelerden, kişilerden,
dünyevi her şeyden soyutlamıştı kendini. Ve o çöllerde ruhunu dinlemişti
yalnızca. Bundandı çölde onu bulan Leyla’yı tanımaması. “Leyla benim içimdedir.
Sen kimsin?” cevabı. Kays, Leyla’yı öyle sevmişti ki bu sevgi onu gerçek
sevgiliye ulaştırmıştı. Bu aşk Kays’a kendini unutturmuştu önce, sonra da Leyla’sını.
Maddeden ayrı, ruha ait ilahi aşkı anlatırdı bize bu hikâye. Bundandır
Abdurrahim Karakoç’un unutulmaz; “Mecnunlar
Mevla’yı bulursa canda, el olur Leyla’lar…” dizelerinin ardındaki mana.
Züleyha, Yusuf’un suretinde Rabbini görmüştür, öylece
bürünmüştür şükre. Nitekim sevdiği suret değil, o güzel yansımadır önce.
Mektubuna Yusuf diye başlayıp Yusuf diye bitirmesi de bundandır. Zira
geçememiştir hitaptan ötesine. Gönlünde aşkı tatmıştır Yusuf ile. Ve
bulamamıştır hiçbir kelam, o güzelliğin üzerine.
Mevlana da Şems-i Tebrizi’de bulmuştur bunu. Şems ki Mevlana
için doğan güneşten farksız. Şems ki mürşidi kâmil. Şems ki Mevlâna’ya ardında
Mevlâ’yı içeren gözyaşlarını döktüren. Şems, maddeden çok maneviyatçı. Mevlâna
için Şems yüreğe düşen ateş değil, yüreğe nasıl ateş düşürüldüğünü gösteren
hocası.
Yıllardır bizlere anlatılan bir hikâye vardır. Bir çoban
padişahın kızına âşık olur, lakin utanır diyemez kimseye. Padişah kızıdır
karşısındaki, cesaret edebilir mi hiç dile getirmeye. Duyanlar da kızar, “git
dengini bul” diyerek azarlar. Bir arkadaşına anlatır sonradan, o da tutar
kolundan, götürür bir arif kişiye. Arif kişinin sözleri merhem gibi gelir çobanın
yanan yüreğine. “Şehrin dışında bir divan kur ve tüm gününü ibadetle geçir. Al tespihi
ve –Ya Allah- de. Kim gelirse gelsin, ne derse desin sen devam et –Ya Allah-
demeye…” der ve devam eder çobanın içine umut dolduran sözlerine. “Bir gün
padişah kızını kendi isteğiyle sana getirene kadar çekmeye devam et –Ya Allah-.
İşte o zaman devam edebilirsin eski hayatına.” Çoban şaşırır, zira yıllardır
gönlüne sığdıramadığı padişah kızına ulaşmanın tarifinin bu oluşu oldukça basit
gelir. Ve başlar padişah kızının hayaliyle zikrine. Gün geçer çobanın namı
duyulur. “Bir derviş gelmiş şehre, durmadan ibadet eder, dili durmadan Allah
dermiş…” sözleri yayılır şehirde. Çoban artık inanır zikrin gücüne. Silinir
gözlerinin önünden padişah kızının hayali, zikir dilinden değil kalbinden
dökülür duruma gelir. Devam eder yine –Ya Allah, Ya Allah-. Ve padişaha ulaşır
bu haber. Düşünmeye başlanır, bir kurul toplanır ve tartışılır: –Nasıl olur da
bu derviş sarayımıza lütfeder-. Zira derviş bu, kabul eder mi altını, hanı,
rütbeyi, şanı. Kuruldan bir arif –kızınız- der. Padişah kabul eder mi diye
düşünürken, kendilerini yolda bulur. Sorar -ne yapsak gelirsin sarayımıza-.
Başlar sıralamaya. Bakar ki kabul etmiyor, -kızım- der en sonunda. Çoban hiç düşünmeden
reddeder bunu da. Arkadaşı gelir sorar: –Bunun için günlerdir buradasın, ne
için kabul etmedin?-. Çoban ulaşmıştır bir kere o güzel makama. Cevabı da verir
yakışır bir şekilde, arkadaşına: -Ben günlerdir padişahın kızı için buradaydım,
hiç durmadım Ya Allah dedim, padişah kızı ile ayağıma geldi. Bir de Allah için
Ya Allah deseydim neler olmazdı…- der ve devam eder zikrine.
İlahi aşk; Leyla’nın, Yusuf’un, padişah kızının güzelliğinde
değil, o güzelliği verende saklıdır. Bu dünyada bu güzellikleri bize gösterenin
güzelliğini düşlemektir. Yunus Emre;
“Maharet güzeli görebilmektir.
Sevmenin sırrına erebilmektir.
Cihan âlem herkes bilsin ki şunu;
En büyük ibadet sevebilmektir.”
Dizeleriyle anlatır bunu. Evvela aşk gözleri kapatıp, gönlü
arşa açmaktır. Aşk tefekkürdür; bakılan, duyulan her şeyde sevgiliyi arayıştır.
Her arayışın sonunda şükre varıştır. Aşk beş vakit sevgilinin kapısına
dayanıştır. Elleri semaya açıp yakarıştır. Aşk aftır. Aşk en büyük fedakârlıktır.
Dünyadan feragat edip, yalnızca Allah’a boyun eğip sabretmektir. Aşk elif gibi
dik, vav gibi mütevazı olmaktır. Aşk buluşma gününü beklemektir. Bunun için
ölümü sevmektir.
Üstad Necip Fazıl “Ne
acı kaybetmek için sahiplik, ölümlüyü sevmek ne korkulu iş…” diyor. Mevla
dururken sevgiyi, aşkı beşerde aramanın acizlik olduğunu ustaca belirtir.
Ölümsüz bir Rab varken ölümlüyü sevmek der, ne korkulu iş… Aşk ölmeden önce
nefsi öldürmektir, ölümlüyü sevmek ise nefse can vermektir. Üstad bunu öğütler.
Ve Şems güneş gibi doğar konunun üzerine:
“Sevmek bu kadar güzelse, kim bilir
sevmeyi yaratan ne kadar güzeldir…”
Zeynep
Nur ÇANDIR
(40'lar Kulübü - Aşkın Kırk Yolu - kitabından)