Translate

27 Aralık 2015 Pazar

Tahavvül

Sorgulama seanslarının cüretkarlığı ile başlıyorum. Uzun zamandır aklımın bir köşesine hapsettiğim bu duyguyu süslü bir kelimeye adıyorum. Her an yaşadığımız, yaşayabileceğimiz “tahavvüller”. Hatta her nefeste bazen. İnsan bunu bilince korku dolu bir odada bulmuyor mu kendini? Bir dakika sonramızı bilememekten bahsederiz çoğu zaman, bundandır yaşıyor oluşumuz güven vermez bize zira nice nefesler kesilmiştir yanı başımızda. Hem en büyük tahavvül bu değil midir? Yanımızda olan birinin birden kaybolması, sonra sesini unutmak, hatıraları soyutlaştırmak, son bakışı gözlerine perde niyetine serip bir türlü kurtulamamak… Sahi insanoğlu buna niye alışır?
Hayatlarımızda her an bir şeyler değişiyor. Aldığımız kararlar bile bu değişimlerin esiri olup mutsuz etmeye başlıyor. Yaşadığımız şehirler, çevremizdekiler, okullarımız, bölümlerimiz ve daha saymakla bitmeyecek en basitinden en önem arz edene kadar her şey bir zaman sonra değişime uğruyor. Fazla değişimin getirdiği nankörlük olacak ki bir süre sonra nasıl olsa değişebilir bilinci bizleri tatminsizliğe itiyor. Memnuniyetsizlik, şikayet, gitme istediği ve bir çoğu bundan kaynaklanıyor. Ama biz buna da alışıyoruz. Başta dediğim gibi ölüme alışan her şeye alışırmış gibi geliyor bazen.
“Çünkü ahir zamandayız. Her şey; insanlar, kavramlar, eşyalar, nesneler, düşünceler fırıl fırıl dönüyor. Kabe’den başka hiçbir şey sabit değil.” Diyor Bülent Akyürek bir kitabında. Çevremize detaylıca bir baktığımızda sabit olan neler var gerçekten? Ahir zaman diyoruz tüm değişiklerin adına. Sonra büyüklerimiz hazır gıdaya teknolojiye bağlayıp unutkanlık diyor bu her şeye alışmalarımızın adına. Bir soru daha geliyor tabiî ki akla; alışıyor muyuz yoksa eskiyi unutuyor muyuz? Bu soruya bulduğumuz cevaplar neyi değiştirecek diye de düşünmeden edemiyoruz. Sahi ne değişir ki, alışmak da unutmak da eskiyle yeni arasına çekilen setlerden başka bir şey değil aslında. Bir nevi kendimizi kandırmak. Onca şeyi hiç yaşanmamış sayıp anılarımızı, yaşanmışlıklarımızı, gülüşlerimizi, gözyaşlarımızı defnetmek.
Nitekim tahavvüller işte, her duygu bu kelimeden türüyor bence.
Bir şeyler değişiyor mutlu oluyoruz.
Bir şeyler değişiyor üzülüyoruz.
Bir şeyler değişiyor özlüyoruz.
Bir şeyler değişiyor pişman oluyoruz.
Bir şeyler değişiyor seviyoruz.
Bir şeyler değişiyor nefret ediyoruz.
Ama o bir şeyler hep değişiyor işte. Ve biz hep yenilere alışmaya çalışıyoruz. Ne diyelim, görünen o ki değişimler hep olacak, ama en önemlisi; dersler almak tüm tahavvüllerden. Hayatınızdaki her değişim güzellikler getirsin size. Çünkü şu bir gerçek ki; “Kabe’den başka hiçbir şey sabit değil...” 

24 Aralık 2015 Perşembe

2. Yıl Kutlaması :)

Bir şey söylediğim zaman söylenen o şey anında ve kati olarak ehemmiyetini yitiriyor. Bir şey yazdığım zaman da öyle, ama yazılan şey bazen yeni bir ehemmiyet kazanıyor…
Franz Kafka
Şimdi hangi cümlelerle başlasam, hangi teşekkür cümlelerini sıralasam bir türlü karar veremezken, zaman nasıl böyle çabuk geçti bunun şaşkınlığını yaşıyorum. 11.12.2013’de Merhaba diyerek açtığım bu blog öyle güzel yollar çizdi ki bana, öyle dergilerde, öyle sitelerde, öyle kitaplarda yer aldım ki, geriye dönüp baktığımda mutluluk dolu bir şaşkınlığın içinde buluyorum kendimi. Ve gecikmeli de olsa blogun 2. yılının kutlamasını da tabiî ki sizlerle paylaşmak istiyorum.
Daha dün “blogum 1yaşında” derken ve bunun heyecanını yaşarken şimdi bu başlığın altında yazıyor olmak tarifsizmiş gerçekten. Daha nice yıllara deyip bol teşekkürlerimi sunuyorum huzurlarınızda.
“Ama yazılan şey bazen yeni bir ehemmiyet kazanıyor.” Demiş ya bizim Kafka. 2 yıldır bu sayfada yazılan her şey sizlerin okumasıyla ehemmiyet kazanıyor. Hiç ummadığım anlarda aldığım yorumlar bu sayfanın ehemmiyetini mutlulukla harmanlayıp önüme seriyor. 2 yıldır yaşadığım her mutlulukta, üzüntüde, kayıpta elime kalemi almak, yazmak ve tüm bu duygularımı sizlerle paylaşmak iyi geliyor. “Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır.” Diyor Tarık Tufan ve her başlıkta bir şeylere yeniden başlamak beni rahatlatıyor.
Fakat gel gelelim okuduğum her kitapla, her yazımla ve biraz da geçen zamanın boyunduruğu altında daha iyi yazılarla çıkmak istiyorum bu sayfaya. “Çok iyi olmadı paylaşmayayım, bunun konusu güzel değil kendimde saklayayım” cümleleri artınca da paylaşımlar arasına aylar giriyor haliyle. Tabii bir de okul etkenini de katınca işin içine… Ama demiştim ya siz Deryadil’siniz bu sayfada. Hep hoş görensiniz. Bunun içindir zaten 2. yaş mutluluğumu gecikmeli de olsa böylesine rahatlıkla yazabiliyor olmam.

Daha yazacak onlarca sözüm ve teşekkürüm var. Ama inanıyorum ki zaman yine böyle çabuk geçecek ve aynı heyecanı 3.yıl yazımla da paylaşacağım. Sizler okumayı hiç bırakmayın yeter ki. Yepyeni kelimelerle, dolu heybelerle geleceğim bu kez. Çünkü hep diyorum ya yazmak mutlu ediyor. Her yıl hiç bıkmadan hatırlatabilirim ki Adı Yok dergisi her mevsim bize “Yaz, çünkü bizi kalem tutmak yormaz.” Diyerek yol çiziyor. Bu yoldan hakkıyla gidebilmem için de tabiî ki yorumlarınıza, eleştirilerinize, önerilerinize ve en çok da dualarınıza ihtiyacım oluyor. Mahrum etmeyeceğiniz inancıyla nice 2 yıllara J

26 Eylül 2015 Cumartesi

Milena'ya Mektuplar - IV

“Mektupların böyle gözlerimi görmez hale getirmesi çok ilginç Milena…”

    Kafka’nın Milena’sına yazdığı mektuplar serisinin üç yazısı da blogda en beğenilenler arasına tahmin bile edemediğim okunma sayılarıyla yerleşti ve ben de devamını getirmek çok istedim. Araya zaman girdi kabul ama diğer mektupları yeniden okuduktan sonra daha dün gibi geleceğine inanıyorum. Şimdiden sabrınız ve verdiğiniz değer için teşekkür ederim.
    Milena ve Kafka’nın aşkı bazen ‘sevmek’ fiilinin fedakarlıklarını gösterdi bize, bazen hüznümüz oldu, kavuşun artık bu aşk böyle bitmesin deyişlerimiz ve bekleyişlerimiz oldu. Bazen kızdık ikisine de, Milena’ya evliliği ve eşini sevdiği için, Kafka’ya bu takıntılı olarak nitelendirdiğimiz korkuları için... Ama her şeye rağmen onların mektuplarıyla hemhal olduk, Milena’nın mektuplarına ulaşılamamış olsa da, Kafka’nın mektuplarında bazı eksiklikler ve çıkartmalar olsa da elimizdekiler yetti aşklarına şahit olmaya.
    Diğer üç yazımda anlattığım gibi gelişiyor olaylar. Kavuşma beklentisi, görüşme merakı, hitaplardaki değişikliklerin heyecanı… Tüm duyguları yaşadık geride bıraktıkları kelimeleri ile.
    Kafka, bu geride kalan kelimeleriyle anlattığına göre, hayatına Milena’nın girmesi ile huzuru buluyor ve hayatı değişiyor. Bir mektubunda: “Hayatın güzel, sakin, tedirginliğin tek nedeninin umut olduğu(bundan iyi tedirginlik olabilir mi?) zamanlar oldu. Böyle zamanlarda olabildiğince hep yalnız kaldım. Bu kez hayatımda ilk defa böyle bir zamanı yaşadığım anda yalnız değilim. Bunun nedeni fiziksel yakınlığının yanı sıra senin huzur verici özelliğin.” Diyerek ifade ediyor bu huzurunu.


    Ama Kafka’nın her mektubunda bir şekilde dile getirdiği korkusu bitmek bilmiyor. Milena’nın varlığı ona huzur veriyor fakat gerek hastalığı, gerekse Milena’nın evli oluşu ve hatta aralarındaki mesafeler bile sebep oluyor belki de bu korkuya. Ya da kaybetme korkusuyla doluyor ve mektuplara taşıyor bu korku. “Korkumu makul bulduğun ve hemen neden korkmamam gerektiğini açıklamaya çalıştığın mektupların. Bazen rüşvet alan bir savunma avukatı gibi korkumu savunsam da, özünde ben de korkumun makul olduğunu düşünüyorum: O benim ayrılmaz bir parçam, belki de en iyi parçam…”
    “Ve bana bu korku dolu yüreğimle cumartesi gününü nasıl olup da “iyi” diye nitelendirdiğimi sorarsan açıklaması hiç de zor değil. Çünkü seni seviyorum (seni seviyorum işte budala, deniz dibindeki çakıl taşı nasıl sevilip, sarmalanır, ona bağlanılırsa ben de sana öyle bağlıyım, umarım ben de seninle denizle çakıl taşı gibi birlikte olurum) tüm dünyayı seviyorum.”
    Kafka’nın böylesine çok sevdiği Milena’sının doğum günü olan 10 Ağustos geliyor ve Kafka hastalığından duyduğu acıları da söyleyerek: “Öksürmeksizin herhangi bir türde doğum günü tebriğinde bulunabileceğimi zannetmiyorum. Neyse ki tebrik gerekmiyor, senin gibi birinin mevcut olduğunu hiç düşünmediğim bu dünyada olduğun için teşekkür ederim…” diye belirtiyor Milena’sının doğduğu ve varlığı için teşekkürünü. O akşamı Milena için önemli olan yerleri gezerek kutluyor.
    Ama Kafka, sevdiğinin doğum gününde bu sözlerle yetinmiyor. Gün özel olunca Kafka da devam ediyor en özel kelimeleri seçip bu günün özeliğini ifade etmeye: “Bu arada, benim dine kabul hediyemin sen olduğunu biliyor muydun. (On üç yaşını dolduran çocuklar için bir dine kabul töreni yapılır.) Ben 83 yılında doğdum yani sen doğduğunda on üç yaşımdaydım, on üçüncü doğum gününde özel bir kutlama yapılır. Havrada çok zor ezberlediğim bir duayı atlara çıkarak okumuş, sonra evde yine ezberden bir konuşma yapmıştım. Ayrıca, bana bir sürü hediye de verilmişti. Ama hatırladığım kadarıyla hediyelerden birisi kayıp olduğu için fazla sevinmemiştim. Onu bulmak için 10 Ağustos’a kadar beklemem gerekti…”
    Böylesine devam eden bu aşk her zaman iyi yönde gitmiyor. Mesafeden midir yoksa yaşadıkları farklı ve zorlu hayatlarından mıdır, kırıyorlar da birbirlerini çoğu zaman. Milena mektubunda ne yazdı bilinmez ama Kafka bir mektubunda: “Beni bazen denemek istediğini yazmışsın, bu sadece şaka değil mi? Lütfen yapma bunu. Birini tanımak için çok çaba sarf etmek gerek, ama tanımamışsan hiç çaba sarf etmemişsin demektir.” Diyerek belirtiyor tepkisini. Ne kadar severse sevsin, mutlu olduğu zamanlarda unuttuğu bir gerçeği hatırladıkça üzüntüsü öfkeye dönüşüyor ve ona şu sözleri yazdırıyor: “Aksi taktirde bu yazışmalarımız daha önce tekrar tekrar olduğu gibi yine aynı şeyi, senin kocana kutsal, vazgeçilmez bir evlilik bağı ile bağlı olduğun sonucunu ortaya çıkaracak (o kadar öfkeliyim ki gemim son birkaç gündür rotasını kaybetmiş halde)…”
    Mektupların bitimine az kala Milena yine cevapsız bırakıyor Kafka’yı. Ve Kafka da sitemini: “Bu mektuba cevap almam yine on-on dört gün daha beklemem gerekecek, geçirdiğimiz onca zamanla karşılaştırılınca adeta terk edilmek gibi, değil mi?” diyerek ifade ediyor. Oysa Milena, Kafka ile buluşmasından sonra hastalığı için başka bir yere gitmek zorunda kalıyor, bundan kaynaklanıyor bu cevapsızlık. İki hastalık arasında kalmış bir aşk kelimelere sığınıyor. Öyle anlam buluyor. İkisi de birbirlerinin sağlıklarına kavuşmasını istiyor, birbirleri için tedirgin oluyor ve birbirleri için üzülüyor.
Bu mektuplar serisinin devamı olan Milena’ya Mektuplar – V çok yakında yine sizlerin huzurunuzda bu sayfada olacak. Sevdiklerinizi mektupsuz bırakmamanız umuduyla…


14 Ağustos 2015 Cuma

Deryadil


“Anneanne, müzmin baş ağrılarım artıyor, işte yaşamak bu deyip dostlar müttefiklere gülümsediğinde. Anneanne, ah anneanne çıkış yok ve bu tereke rahmetli dedemin yüreğinden daha eski bir mesele. Yüreğimiz bölüştürülemez, iyi günler ilerde…
Sade ekmeği bildiğimiz günler geçmişte ve güzeldi anneanne.
Şimdi ekmek dile gelse, boğazımızdan geçişine utandığını söylerdi.
İyi günler yok!
İyi günler yok anneanne.
Kıyamet bize 
Kıyamet bize 
Kıyamet bize 

Kıyam/et bize
Hüseyin Atlansoy

Sevgili günlük diye başlamak geliyor içimden bu kez. Sohbet havasında biraz, biraz da paylaşma. Ya da günlük demek yerine –okurlarım-. Ya da dur şöyle yapalım:
Sevgili Dostlar…
Evet dost. Bu sayfayı okuyorsan hayatıma ortaksın demektir. Bana zamanını ayırıyorsan ve kelimelerime yoldaş oluyorsan bu sıfatı çoktan hak ettin demektir. Bundandır tanısam da tanımasam da bu sayfada dost oluşun. Hatta gel Deryadil diyeyim sana bu sayfada. Gönlü geniş, her şeyi hoş gören, çok sabırlı ol bu hayatta. Çünkü öyle anda geliyor ki ölüm. En hoş karşılanması gereken karşılaşma birden değiştiriyor her şeyi. Gönlü geniş ol ki sabırla karşıla tüm yitirmelerini. Deryadil ol dost, özüyle sözüyle benimse bu kelimeyi.
Uzun zamandır ihmal ettiğim bu sayfaya bu yazıyla dönmek istemezdim tabiî ki ama uzun zamandır bu anı bekliyorum. Yeniden yazma anını. Hep söylüyorum ya o çok sevdiğim sözü: “Yaz, çünkü bizi kalem tutmak yormaz…” diyor ya Adı Yok dergisi her mevsim. Kalem tutamıyor olmak çok yoruyor Deryadil. Kelimeleri toparlayacak güç bulamamak bazen, ya da o uygun zamanı. Koşuşturmaya kapılmak. Nitekim bol yorulmalı zamanlardan çıkıp işte yeniden başlıyorum yazmaya. Kaldığım yerden diyebilmek güzel olurdu ama kaldığım yerden değil. Her şey bu kez çok değişik, her şey bu kez biraz eksik. Ama başlıyorum işte yeniden yazmaya. İyi geleceği inancıyla.
48 gün önce kaybettim dedemi. İnsan bir büyüğünü kaybedince korkuları artıyormuş bunu hissettim önce. Hani ağacın gölgesine sığınan bir yolcu misali. Uzun bir yoldasın, yorulmuşsun, güneş seninle inatlaşır gibi tepende. Karşında bir ağaç var, güzel de bir gölgesi. İçin umut doluyor görünce, seviniyorsun, güneş batana kadar dururum bu gölgede diye hesaplar yapıyorsun. Tam kavuştun ağaca, küçükken olsa salıncak gelir sadece aklına, eğlenmek gelir çocukça. Ama büyümüşsün artık salıncak ya da eğlenmek değil ağacın gölgesinde sakince dinlenmek istiyorsun. Huzuru buluyorsun o gölgede. Geliyorsun işte ağacın yanına, gölgesi öyle güzel ki mutluluğun diğer adı gibi. Onun gölgesinde durmayı seviyorsun, güneşten de koruyor seni, güven duyuyorsun. Oradayken sana kimse bir şey yapamaz, orada mutsuz da olunmaz hem. Sonra birden kuruyor ağaç. Yaprakları yavaş yavaş düşüyor toprağa. Gölgen gidiyor. Güneş yine tepende. Bu kez umudun da yok, o da biliyor gibi daha çok yakıyor işte. Huzurun toprağa karışıyor. Korkuların artıyor. Güvende olma hissin o yapraklarla birlikte dökülüyor. Yalnız kalıyorsun yolculuğunda. Kurusa da toprak da olsa yine de orada olmak istiyorsun, borç biliyorsun bunu kendine, bak ağacım ben aslında hep senin yanındaydım demenin başka bir şekli oluyor, ama yolun sonu da seni bekliyor. Ve işte bırakıyorsun, başlıyorsun yola devam etmeye. Ben 48 gün önce toprağa verdim o huzur kokan ağacımı…
İşte böyle Deryadil. Bir şiir var, çok sevdiğim, okumaktan da dinlemekten de bir kez olsun usanmadığım, yazımın başında paylaştığım. Şiirler haplar gibidir Deryadil. Bir üzüntün varsa okursun ve iyi eder seni. Ben ne zaman üzülsem bu şiirde bulurdum kendimi. Öyle içten -iyi günler ilerde- diyordu ki şair, umut dolardı içim. Sonra –iyi günler yok- derdi sonunda ama -kıyamet bize- diyerek verirdi o umudu da. İyi geleceğine inandığım şiir şimdilerde takılıyor boğazıma. –Rahmetli dedemin yüreği- diyor ya. Bu kelime böyle kolay değil Deryadil. Dedem demek varken o önündeki kelime… Hani bir de sen daha inanamıyorken gittiğine, cenaze namazında merhum deyip helallik istiyorlar ya. O da takılıp kalıyor boğazda. O his de şiir oluyor ama şifa olmuyor hiçbir yaraya.
“Ve boşunadır tüm mezarlıklar. İnsan hep kendine gömülür.” Diyor Güven Adıgüzel. O gün cenazede dedemi değil kendimizi gömdük kendimize, giden gidiyor işte. Biz kalıyoruz. Huzurumuz da gidiyor ya hani, daha güçlü olmalıyım derken kırılıyoruz, yoruluyoruz. Kuru yapraklar sonbaharın habercisidir ya, severiz ya hani, dedemin ölmüş bedeni sonbaharın kendisiydi Deryadil, İnanmayıp okşadığım saçları baharın en sonuydu. Ve ben hiç sevmedim bu baharı… Herkes ömründe bir çok kez yaşıyordu bu mevsimi. Benim de ilk değildi ama insan büyüdükçe anlıyor sevdiklerinin kıymetini. 1 yıl olmamıştı babaanneme veda edeli Deryadil. Ve o günden sonra her namazımda ondan geriye kalan bir yazma eşlik etti bana. Öyle inandım ki o yazmayla babaannemin yanımda olduğuna. İnsanın sevdiklerini bir daha göremeyecek olması, sesini bir daha duyamayacak olması zor geliyor Deryadil. Bir daha o gölgede dinlenemeyecek olmak. Her defasında aynı şükre itiyor ama. “Çok şükür bunun sabrını veren inancımız var.” Yoksa nasıl katlanılır bu yok oluşa. –Kıyamet bize- derken bunu diyor işte şair. Kıyamet bize, kavuşmaların en güzeli, huzurun en bitmeyeni, ağaçların en solmayanları… Evet her insan yaşıyor bu mevsimi. Ama aynı değil Deryadil. Her ilişki, her sevgi farklı. Her ağacın farklı olduğu gibi, her insan farklı. Tüm bu farklılıklar varken acının aynı olması beklenemez ki. "Acımda yalnızım.İkimiz arasındaki bağ kendine has ve eşsizdi.O bağın eksikliğini hissedişimde yapayalnızım.Her birimiz orada yapayalnızız."Diyor Defne Suman, acılarımızda yalnızız böyle. Seni anlıyorum’lar, haklısın ama’lar anlamını yitiriyor işte. Sadece anlatmak istiyorsun bir süre. Anıları ve ne kadar özlediğini anlatmak, resimleri göstermek, bir kol saatini saatlerce izlemek, telefonu eline alıp bir umut açar diye arayıp beklemek… İnsan sadece bunları konuşmak istiyor Deryadil. İnsan gideni inatla yaşatmak istiyor. Nitekim dersler de alıyor elbet. Daha yazacak, anlatacak onlarca şey varken duruyor kalem birden ve bir ayet işliyor kalbe: “Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz. (ENBİYA/35)
Tüm geçmişlerimizin mekanlarının cennet olması duası ile…




15 Haziran 2015 Pazartesi

Gündüzü Saim, Gecesi Kaim


Onlarca kelimenin birlik olup tek bir manada birleştiği, on iki ayın içinde “Sultan” sıfatını en hak eden, en benimseyen, anılınca kalplerde korkuyla birlikte tatlı bir heyecan uyandıran ve içerisinde en saf mutluluklar barındıran o mübarek ay.
Sevgi, saygı, hoşgörü, birlik, beraberlik, yardımlaşma, dayanışma, açın halinden anlama, fazla tokluktan uzak durma, nitekim her şeyden önce ruhu doldurma. Kalbe ince ince Allah’ı ve sevgisini aşılama, zihinlerimize Kuran’ı yazma.Kavga,kin ve nefret benzerlerini en kuytu yerlerde saklama, zira Müslümanlığı ve beraberinde getirdiği huzuru en içten hissetmeye vesile olan o kılavuz ay.
Teslimiyetimizi ve acizliğimizi tüm samimiyetimizle gösterme fırsatı bulduğumuz bir zamandır aslında Ramazan. “Rabbim, verdiğin bunca güzel nimeti senin rızan olmadan yiyemem, senin iznin olmadıkça hiçbir şey benim değil, aldığım nefes, attığım adım ve daha nicesi, hiç biri bana ait değil. Acizim Rabbim…” demenin en sessiz ve bol mücadeleli yoludur. Gündüzü saim, gecesi kaim olan, başı rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennemden kurtuluşla müjdelenmiş, içerisinde bin aydan daha hayırlı kadir gecesini bulunduran, bitiminde ise bayrama kavuşturan o özel ay.
Daha onlarca tanım eşleştirilebilir Ramazanla, bundandır yıllardır bu ayın içimizde uyandırdığı o güzel hisse bir türlü tam bir karşılık bulamamak, bulunanlarda hep eksik kalmak. Bir de yıllardır anlatılan eski ramazanlara hayran olmak. Büyüklerimizin “nerede o eski ramazanlar” sözüne anlam veremezdik önce. Onca anlatılana abartı gözüyle bakar, inanmazdık. Mahalle boyunca uzanan, duayla başlanmadıkça doyulamayacağına inanılan iftar sofraları. Sonrasında yaşlı-genç demeden koşulan teravihler, camiilerin doluluğu. Sofralar hazırlanırkenki samimiyetin getirisi midir bilinmez o bereketin camilere yansıması. Teravih bitiminde düzenlenen eğlenceler, Karagözler, Hacivatlar, dinletiler… Eski dedikçe kalpte bir sızı belirten en bizden, en içimizden gelenekler. Toplu iftara doyulamayıp sahurda yeniden birleşen aileler. Gündüzleri mukabeleler…
Belki bir çoğu şimdi de var fakat Ramazanın o eski neşesini hangimiz duyabiliyoruz? Oruç olmanın arkasına saklanıp acil bir iş olmazsa kapı dışarı çıkamıyoruz. Gerçi hoş, dışarı çıkınca Ramazanın ruhunu görebiliyor muyuz? Şehirlerimize Ramazan artık gelmiyor mu? Bahaneler üretip herkesten önce kendimizi inandırıyoruz. “Havalar sıcak, dayanamıyorum, günler uzun…” ve daha bir çoğu. Fakat zorluk arttıkça mükafat artar, bunu gerçekten bilmiyor muyuz?
Eski ramazanlarla birlikte hassasiyetimizi de yitiriyoruz. Geriye ne saygı kalıyor ne de kişiliklerimiz. Önce içimizdeki inanç boşalıyor, sonra camilerimiz. Duadan önce sarıldığımız sularımızdan mıdır bilmem doymak bilmez nefislerimiz sonucu bereketsizleşiyor ay. “Ramazan bu yıl çabuk geçti, hiç anlamadım.” Derken biz, belki de felaketi anlatıyor dillerimiz.
Yine de aldırış etmesek dışarıya ve kendimizden başlasak eski ramazanlara yolculuğa. Uygulasak ve örnek olsak yeni ramazanlarda. Hem “Ramazan girdiğinde cennet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.” Der En Sevilen. Cennet kapılarının sonuna kadar açık olduğu bu güzel ayda, dualarımızla, tövbelerimizle, ibadetlerimizle affolunup o kapıdan geçenlerden olmak umuduyla.

Dua ve hayır ile…

22 Şubat 2015 Pazar

Bir Dönüşümün Öyküsü: GREGOR SAMSA


“Bir gün her zaman yaşadığınız günlerden birine uyanmama ihtimalinizi düşündünüz mü hiç?”
Franz Kafka
Samsa ailesi için o sabah da tıpkı diğer sabahlar gibiydi. Pencereden gelen serinlik, mutfakta hazırlanan kahvaltı, ev sakinlerinin uyku sersemliğiyle gittiği yemek masası, konuşulmayı bekleyen konular ve hatta sofradaki örtünün düzeni bile... Fakat Gregor Samsa’nın kapısı o gün hiç olmadığı kadar fazla kapalı kalmıştı ve Gregor ilk kez dışarıdan gelen seslere bu kadar duyarsızdı.
Gregor Samsa bu bunaltıcı sabaha dev bir böcek olarak uyanmıştı. Vücudundaki farklılıkları gözlemlemeye başladı. Hala neler olduğunu anlamaya çalışırken aile üyeleri çoktan Gregor’un kilitli kapısının ardından seslenmeye başlamıştı. Gregor yatağından inmeye çalışıyor ve her başarısız oluşunda da acı çekiyordu. Yaşanılan dönüşüm düşünmesi için bir fırsattı. Çabalamaya devam ederken bunca zaman ailesinin borcunu ödemek için çalıştığı işinde ne kadar yorulduğunu fark etti. Günü yollarda geçiyordu. Üstelik ailesi onun bu yorgunluğunu umursamıyordu. Hatta annesi Müdür Bey’e “inanın oğlum iyi değil, iyi olsa treni kaçırır mı hiç? Aklı hep işindedir” dediğinde bile oğlunu anlamadığı çok belliydi. Sahi Gregor sadece iş ve ev arasında yürüdüğü adımlarla kendini yaşamış mı sayıyordu? Ya da ailesine göre Gregor’un tek yapması gereken borçları ödenene kadar her sabah 6 trenine yetişmek miydi? Gregor tüm bunları düşünürken hırslanmış olacak ki yataktan inmeyi başarıp kapıya doğru gitmeyi denedi. Bir gün önceki eşyalarına bu kadar yabancı olmanın verdiği üzüntü kapıda bekleyen müdürün sözleriyle daha da arttı. Müdür Bey, Samsa ailesinin yanında Gregor’a kapıyı açması gerektiğini söylüyor ve iş yerindeki pozisyonunun iyi durumda olmadığını, hemen bir açıklama yapmazsa patronla konuşacağını söylüyordu. Gregor ise bu durumda bile Müdür Bey’e ailesini üzmemesi konusunda ısrar ediyordu. Tüm bunları daha sonra konuşmaları gerektiğini açıklarken sesi de git gide yabancılaşıyordu. Nitekim kapıya gelmişti ve acı çekme pahasına kilidi çenesi ile açmayı denedi. Bu acı biraz sonra babasından alacağı yaraların yanında bir hiçti.
Kapı açıldığında tüm aile sakinleri ve müdür şaşkındı. Gregor korkunç, büyük, tiksinç bir böcekti. O durumda bile inatla anlaşılamayan sesiyle Müdür Bey’e açıklama yapıyordu. Babasıysa Gregor’un çabasına aldırış etmiyor ve elindekilerle üzerine vurup onu odasına gönderiyordu. Odaya geldiğinde Gregor kanlar içindeydi. Onu kabul etmek istemeyen ailesi ve hala anlayamadığı bu dönüşüm ile günler hızla geçti. Başlarda kız kardeşi Grete odaya yiyecek bir şeyler getirmeyi görev edinse de annesi de yardımcı olmak istiyordu. Sonunda Grete’in ısrarı üzerine odadaki eşyaların çıkartılması kararı alındı. Grete’e göre Gregor eşyalar olmayınca odada daha rahat edecekti. Oysa annesinin “en iyisi odayı eskiden nasılsa aynen öyle korumaya çalışmamızdır. Böylece Gregor yine aramıza döndüğünde her şeyi eskisi gibi bulur, arada olup bitenleri unutması da o ölçüde kolaylaşır.” Sözleri içerisindeki umudu ifade ediyordu. Doğru ya, Gregor düzelecekti ve tüm bu olanları unutmak isteyecekti. Eşyalar yerinde olunca da kolayca unutacaktı(!) Bu gerçekten olur muydu? Gregor odasındaki eşyalarından ayrılıp kendisini daha yalnız hissetmek istemiyordu. Amacı korkutmak olmasa da eşyalarının üzerindeki korumacı tavrı sonucu annesini ürkütmüş ve bayılmasına neden olmuştu. Dönüşümün başından beri Gregor’u aileden biri saymayan babası bu duruma çok kızmış ve masanın üzerindeki elmaları Gregor’a fırlatmaya başlamıştı. Babası sinirliyken tam bir keskin nişancı olabiliyormuş bunu anlayan Gregor üzerine saplanan elmanın acısıyla odasına döndüğünde annesinin sözlerini yeniden düşünmeye başladı, “Gregor yine aramıza döndüğünde” oysa Gregor aralarındaydı, odasında yalnızlığa hapsedilmiş bir şekilde bekliyordu. Ailesi tarafından terk edilmiş, adeta ölümü beklenen bir böcek olarak bekliyordu. Her şey normale dönecek miydi? Bu dönüşüm bittiğinde ilk önce Grete’e kızacaktı, odasına müdahale etmeye çalıştığı için ve ona yiyecek bir şeyler getirmeyi ihmal edip aç bıraktığı için konservatuara göndermekten vazgeçtiğini söyleyip korkutacaktı. Sonra annesine oğlundan neden bu kadar korktuğunun hesabını soracak -neden beni yalnız bıraktın- diye yine onun dizlerinde ağlayacaktı. Ama en çok babasına kızacaktı, babasının elmalar elindeyken duyduğu öfkenin çok daha fazlasıyla yıllardır borçlarını ödemek için çalıştığını, yorulduğunu bile söyleyecekti.  Elmaları düşününce acısı tazelendi. Kimse Gregor’a saplanmış elmayı almaya cesaret edemiyordu. Aylarca yaralarıyla odasında dolandı durdu. Her acıda babasına öfkesi artıyordu. Bu dönüşüm ne zaman bitecekti? Bugünlerde bu soruyu kendisine çok soruyordu, artık gerçekten yorulduğunu hissediyordu.
Aile üyeleri Gregor yokmuş gibi davranmaya ve artık evdeki kullanılmayan eşyaları Gregor’un odasına atmaya başlamışlardı. Evin bir odası kiraya verilmişti. Gregor bu haldeyken bile olanları izleyip ailesinin zor durumda olduğunu ve düzeldiğinde çok çalışıp daha çok para kazanıp kardeşini konservatuara göndereceğini düşünüyordu. Ailesine karşı kızgınlığı çoktan geçmişti bile. Bir gün Grete kiracılara keman çaldığı sırada Gregor bu sesi ne kadar özlediğini fark etti. Bu ses karşısında bu kadar büyülenmesi Gregor’u korkutmuştu, yoksa artık gerçekten bir böcek miydi? Grete’in yanına gidip destek olmak istemişken kiracılar Gregor’u gördü. Bu durum evde bardağı taşıran son damlaydı. Şimdiye kadar Gregor’a destek olmaya çalışan Grete bile bu durumdan hoşlanmamış ve –bu yaratık kardeşimin ismini hak etmiyor- demeye başlamıştı. Onlara göre Gregor artık yoktu, bu böcekse onun yerini asla alamazdı. Grete büyük bir öfkeyle o böceğin Gregor olmadığını düşünüp kurtulmaları gerektiğini, artık oğullarının olmadığını söylüyordu. Tüm bunları söylerken Grete’in öfkesi, babasının elmaları sırayla fırlatırkenki öfkesinden çok daha kuvvetliydi. Fakat bu kez Gregor’un sırtına elma saplanmayacaktı, o acıyı duymayacaktı ama ailesi tarafından istenmemek ve ailesine karşı nasıl bir yük olduğunu görmek Gregor’un canını fazlasıyla yakıyordu. Ailesini hala çok seviyordu. Onları korkutmayı bir an bile istemese de bu olanlara hala anlam veremiyordu. Grete haklıydı, Gregor da ortadan kaybolmayı ailesi kadar istiyordu. Hem tüm acıları çeken de o değil miydi? Hayatı bir anda değişen, ailesi ve ismi de dahil her şeyini kaybeden?
Gregor Samsa daha fazla dayanamıyordu ve o gece bir böcek olarak son nefesini verdi. Ertesi gün her şey tam da beklendiği gibi oldu. Gregor’un öldüğünü gören aile büyük bir rahatlama ve mutlulukla kendileri için yeni planlar yapmaya başladı.
Samsa ailesi olanları görünmez bir duvardan izler gibiydiler. Duvar bencillik duvarıydı ve korkuları bu duvarı aşmalarına büyük engeldi. Oğullarının ölümüyle saklandıkları yerden çıkan aile için hayat çok daha iyi bir şekilde devam ediyordu.
Kafka, Felice’ye mektuplarında Gregor’un ölümü için “Ağla sevgilim, çünkü ağlamanın zamanıdır şimdi! Küçük öykümün kahramanı bir süre önce öldü. Eğer bir teselli olacaksa senin için, o zaman bil ki, yeterince huzurlu ve herkesle barışık olarak öldü.” Diyordu. Ve kitabın çıkış noktası olarak da içinde bulundukları dönemi “hayvan bize insandan daha yakın, parmaklık burada. Hayvanla yakınlık kurmak, insanlarla kurmaktan daha kolay.” Diyerek ifade ediyordu.
Öyküsünü korkunç bulduğunu bir çok konuşmada dile getiren Kafka, bu düşü akıl almaz bir ustalıkla döküyordu kağıda ve bir soruya neden oluyordu okurda: Peki ya bir sabah güne böcek olarak başlarsak?
Zeynep Nur ÇANDIR
(Bu yazı Onuncu Köy Sakinleri sitesinde yayınlanmıştır...)

24 Ocak 2015 Cumartesi

Edebiyat'ta Bir Zarif Adam: Cahit Zarifoğlu


“Seçkin
Bir kimse değilim
İsmim baş harfleri acz tutuyor.
Bağışlanmamı diliyorum.
Sana zorsa yanmaya razıyım
Kolaysa affı esirgeme…”
Yaz sıcağına inat soğuk bir evde açılan bir çift göz. Hâkim bir baba ve gurbet…
1940 yılında Ankara’da Maraşlı bir ailenin oğlu olarak gelir dünyaya Cahit Zarifoğlu. Babasının mesleğinden dolayı birçok şehir gezer, çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle geçer. Her gittiği yerden güzel değerlerle ayrılır. Bu da şiirlerine güçlü imgeler olarak yansır.
Babasının bir başka kadınla evlenmesi ve annesi ile kendisine olan ihmalinden olacak ki iyice içine kapanır o yıllarda. Böylelikle kâğıda döker içini, kalemi yoldaş yapar ve her kaçışta daha çok yazar. Kaçmaktan çok içerisindeki baba eksikliğini arar. Bu durumda yaşadığı buhranı en iyi Toprak şiiriyle açıklar.
“Babam canımı çökertiyor
Hep aynı tarlanın önünde
Aynı topraktan kalkıp
Türbesini yontuyor içime…”
Lise yıllarında okul dergisi olan ‘Hamle’de şiirleri yayınlanır. Yol Dergisi’nde çalışır. Şairliğe attığı adımlar Papirüs, Yeni Dergi, Türk Dili ve Soyut dergilerinde yayınlanan şiirleriyle güçlenir.
Maraş Kara Lise yılları Rasim Özdenören, Erdem Beyazıt gibi önemli isimlerle aynı sıralarda geçer. Bu yıllarda edebiyat dışında da birçok alana ilgisi olan serüvenci şairde uçuş tutkusu vardır. Pilot olma isteğine karşılık kursa gider ve başarılı olur. Fakat gözlerindeki bir bozukluk bu tutkusundan uzaklaşmasına neden olur. Yine de maceraları bitmez gezginci şairin. Otostopla gezer Avrupa’yı. Yeni yerler keşfeder ve dostlar edinir. Gördüğü güzellikleri, çıkardığı anlamları, farklı insanların yapılarını en güzel şekilde aktarır şiirine. Kalemiyle dünyayı şiirleştirir ve betimler.
Üniversite yılları içine kapanıklığını arttırır buhran dolu şairin. Geçim sıkıntısı ile çalıştığı kısa dönemli işler ve bohem yaşamı üniversiteyi uzatmasına neden olur.
“Vazgeçemediğim, değişmeyen, istikrarlı bir yönüm vardı, o da şairliğim ve yazarlığımdı…” diyen Zarifoğlu bu dönemleri edebiyat adına verimli geçirir. Çeşitli dergilerde yazmaya devam ettiği gibi kitaplar da bastırır.
Birçok şiirinde vurguladığı yalnızlık teması, içinde bulunduğu durumu ve hislerini en güzel şekilde anlatır:
“Dedim ya oturuyorum öylece
İyi ki etrafımda kalbimi tanıyanlar yok…”
“Bir şehir kadar kalabalıktır bazılarının yalnızlığı…”
Diriliş dergisinde yayınlanan şiirleri Sezai Karakoç ile tanışmasına vesile olur. Her zaman hocası olarak gördüğü ve yazılarından çok şey öğrendiğini söylediği Karakoç aracılığıyla da Necip Fazıl’la tanışır. Bu topluluk sayesinde edebiyatın gücünü daha iyi kavrayan Zarifoğlu, kendisini yedi adamla anlattığı -Yedi Güzel Adam- kitabı ile kendini bir kez daha ispatlar.
Necip Fazıl’ın aracı olduğu ve nikâh şahitliğini yaptığı bir evlilik ile yeni bir hayata başlar Zarifoğlu. Kasım Arvasi’nin damadıdır artık ve yıllarca özlediği baba sevgisini bu yolla dindirir. Bohem hayattan kurtuluş onu tasavvufa yönlendirir.
“Hep severek
Ve yücelerek de
Ben’im bir yalnızlık haberiyle
İklimsizliğe doğru
Ufalmaktadır…”
Sözleriyle ben’likten öte hiç’liği düşlediği anlaşılır. Hatta “Keşke bir Yunus Emre olsaydım…” sözlerini o dönemde söyler. –Bir Değirmendir Bu Dünya- kitabı ile de Müslüman olarak yetişme telkinlerinde bulunur. Ve geçmiş yıllarını: “Sahipsiz kalan, ellerimden kayan aydınlık günlerim…” diyerek anlatır şair Zarifoğlu.
1987 yılının başlarında ağır bir hastalığa yakalanır ve aynı yılın haziran ayında veda eder sevdiklerine. Geride –Ne çok acı var- diyerek kaleme aldığı şiirleri, hikâyeleri ve günlükleri kalır. Ardında bıraktığı kelimelere sahip çıkabilme umuduyla:
“Ve gözüm eşyamda değil,
Yoruldum maddemden
Ta ki dünya bitti
Köşk kurdum sakin oldum…”

Zeynep Nur ÇANDIR
(40'lar Kulübü - Zarif Adama Kırk Not kitabından)

21 Ocak 2015 Çarşamba

Milena'ya Mektuplar - III

“Size nasıl geldiğimi dikkate alın Milena, otuz sekiz yıllık bir hayattan sonra, hiç beklemediğim anda, özellikle şimdi, böyle geç bir zamanda, umulmadık bir yol kavşağında sizi görüyorum Milena…”

Kafka ve Milena aşkını, o benzersiz mektupları ve korkularını bundan önce Milena’ya Mektuplar –I ve Milena’ya Mektuplar – II yazılarımda anlatmaya, alıntılar ile de o beyaz kağıtların nasıl bir aşka dönüştüğünü göstermeye çalışmıştım. Mektuplardaki “Siz”den “Sen”e geçişin verdiği mutluluğu ve heyecanı sizinle paylaşmıştım. Bu kez artık “Siz” yok ve hatta mektupların sonuna “F.Kafka” yazıp imza atmaktansa “Senin” yazıp göndermek var…

Milena’nın sevmekten vazgeçemediği bir eşi var, Kafka kadar çok sevdiği bir eşi. Bunu bir mektubunda “Haklısın, onu seviyorum. Ama F. Seni de seviyorum…” diyerek belirtmiş olacak ki, Kafka bu alıntı ile şu sözleri yazıyor: “-Haklısın, onu seviyorum. Ama F. Seni de seviyorum.- diye yazmışsın. Bu cümleyi dikkatle okuyor, özellikle “de” üzerinde duruyorum. Tümü doğru. Eğer doğru olmasaydı sen olmazdın ve sen olmasaydın ben nasıl olurdum.”

Ama işte Kafka’nın sevgisi engel tanımıyor ve buna rağmen Milena’nın gönderdiği resimle dünyanın en mutlu seveni olabiliyor. “Görevli mektubunu getirdi ve hemen merdivenlerde açtım –aman Tanrım içinde bir resim, asla yok olmayacak, bu mektubu yılın, tüm zamanların en iyi mektubu yapacak, harikulade, tamamıyla olağanüstü hissettiren bir şey.”

“Kalbimde içerisinde sen varken her şeye katlanabilirim, mektupsuz geçen günlerin korkunç olduğunu yazdıysam bile bu gerçek değil, sadece çok zordu.”

“Bugün gelen iki mektup gibi kısa, neşeli ve hazırlıksız, aniden yazılan mektuplar sanki (sanki, sanki, sanki) bir orman, yakalarının ucunda rüzgar, Viyana’dan bir manzara gibi. Seninle olmak ne güzel Milena…”



“Dünya tarihi boyunca benden daha iyi durumda olan bir imparator var mı? Odama giriyorum ve beni bekleyen üç tane mektupla karşılaşıyorum ve onları açmak, arkama yaslanmak ve böylesine şanslı, mutlu olduğuma inanmak dışında hiçbir şey yapmam gerekmiyor.”

“Benim mektuplarımın seni üzdüğünü söylemekte haksız mıyım? Ama haklı olmak neye yarar? Eğer senden mektup alırsam haklıyım ve her şeyim var, eğer almıyorsam ne hakkım ne hiçbir şeyim, hayatım bile yok demektir.”

“Bu şekilde saçmalıyorum, çünkü seninleyken her şeye rağmen çok iyi hissediyorum.”
“Bugün gelen sevgi dolu, neşeli, uğurlu mektup, nasıl olursa olsun tam bir kurtarıcı. Milena kurtarıcılar arasında.”

“Mektupların böyle gözlerimi görmez hale getirmesi çok ilginç Milena…”

Tüm bu sevgi dolu sözler sonrası ikinci buluşma için konuşurken buluyorlar kendilerini. Heyecanlılar ve bir o kadar tedirgin. Kafka’nın da Milena’nın da haklı korkuları yine var ve bunu şu sözlerle anlatıyor Kafka: “Son iki-üç mektuplar buluşmayla ilgili bu telaş nedir? Aslında mutlu olmalıyım ama olamıyorum çünkü mektuplarında gizli bir korku var, benim lehime veya bana karşı bir korku mu bilemiyorum ama buluşmak istemenle ilgili telaş ve acelede bir korku var. Ama ne olursa olsun ben böylesine bir fırsat doğduğu için mutluyum.”

“Ne zaman birbirimizi görebileceğiz artık? Neden adını bir buçuk saat içerisinde üçten daha fazla duyamıyorum?”

“Bu yüz yüze görüşmemizden önce alacağın son mektup olacak. Ve son bir aydır hiçbir şey görmeyen bu gözler, seni görecek…”

Buluşma gününü bu kadar heyecanla beklerken buluşmanın şimdilik iptal olması ve biraz daha bekleyecek olmaları Kafka’yı üzse de o kendini bir köstebeğe benzeterek şu sözleri yazıyor: “Sadece karanlıktan senin evine çıkan dar bir tünel bulduğum için çok mutluydum. Beni sana getirecek bu tünele tüm benliğimle attım kendimi ama karşıma aşılması imkansız lütfen –gelme kaya-sı çıktı, hızla kazdığım bu tünelden şimdi yine tüm benliğimle, bezgin bir şekilde geri dönmeli ve tüneli kapatmalıyım. Gördüğün gibi bu biraz üzüyor ama bu konudan bu kadar ayrıntılı olarak bahsedebiliyorsam çok da kötü değilim demektir. Sonuçta insan yeni tüneller kazabilir, ne de olsa eski bir köstebeğim…”

Belki yeni tüneller kazılacak ve mektuplar bir süre daha böyle devam edecek. Ama bu korku ve endişe sadece iki yıl dayanabilecek. Kafka’nın “Neyse ki Pazar günü beraber olacağız, beş-altı saat, konuşmak için çok az ama sessizliği paylaşmak için uzun bir süre.” Dediği ve beklediği buluşma Milena’ya Mektuplar – IV yazımda gerçekleşecek.

Kafka’nın Milena’sına dediği gibi; “Bu beyaz kağıtlar insanın gözünü yakıyor ve yaktıkça da daha fazla yazmaya neden oluyor…”