Translate

16 Ağustos 2014 Cumartesi

Okşanacak Başlar

Bir sabah yalnızlığa uyanmanın birçok eylemi barındırdığı haldi kimsesizlik. Allah’a emanet olan çocuklarımızdı, her gece hayallerine sarılıp uyuyanlar. Yaşayamadan çocukluğunu, tüm sorumlulukları omuzlayanlar. Sahi onlar mıydı küçük bedenlerine kocaman bir kalbi sığdıran, yoksa biz miydik büyük bedenlerimize rağmen, onların masum düşlerine aldırış etmeyip günden güne küçülen?
Sıcak yuvalarımızda avuturduk oysa kendimizi, bir gün hiç yalnız kalmayacağımıza inandırılıp kurduk geleceğimizi. Biz ki bir sonraki günün getireceklerini bilemeyecek acizlikteyken, neye güvendik de unuttuk yetimlerimizi?
Bir öğüdü vardı en sevilenin: “Yetimi kendine yakın tut. Başını elinle okşa ve onu sofrana oturt. Böyle yaparsan kalbin yumuşar ve hacetin görülür” derdi. Bir sünneti yerine getirmenin karşılığıydı bir sıcak tebessüm. Peki, kaç yetim doyurdu sofralarımız, kaç başta anlam buldu kalp yumuşaklığımız?
Hayatın gerçekleri diye nitelendirdiğimiz yaşanmışlıklardı, yetimhanelerde şahit olduklarımız. Hepsinin hikâyesi farklı da olsa, aynıydı içlerindeki özlem. Hem zaten bir acı kaç bilinmeyene dönüşebilirdi ki? Savaşlar, depremler sonucu bir gün ansızın yitip gidenler. Sonrası; hasretler, ‘şimdi yanımda olsaydı…’ ile başlayan çaresizlikler. Terk edilmişlikler, kayboluşlar, kaybedişler…
Onlardan yalnızca ikisiydi Sara ve Muhammed, o küçük yaşlarında, belki de hala farkında olmadan gidenlerin, gülümsemesini inatla yitirmeyenler. Bir odada yaşıtlarıyla aynı kaderi yaşarken buldular kendilerini. Gün geceye bırakırken yerini, acının en derin yaşandığı saatlerde çektiler geçmişin üzerine perdeleri. Kim bilebilir ki her gece Rabbine sığınıp söylediği o samimi sözleri.
Vardı gözyaşlarının anlattığı bir geçmişleri. Ertesi günün güzelliğine inanarak uyumuştu belki o gün Sara, bir melek masumluğunda. Yanındaydı ailesi, kaybetme düşüncesinin uzaklığı kadar çekmişti içine aile kokusunu. Öyle dalmıştı sabahı belli olmayan uykusuna. Yarın yeni oyuncaklar isteyecekti belki, belki de yalnızca yaslayacaktı başını ailesinin mutluluk tablosuna. Bir telaşla açtı gözlerini, uzun gecenin uzun süremeyen uykusundan kaçarcasına. Odada her şeyin sallanmasına ve içeriden gelen çığlıklara anlam veremeden veda etti mutlu sabahlara. O gün güneşin neden bulutların ardına saklandığını sordu göçük altında kalan babasına, ‘artık uslu olacağım, ama ne olur uyan ve beni yeniden parka götür’ dedi, cansız yatan bedene usulca… Hiç cevap alamadı o günden sonra sorusuna. Her cevapsız gün, eksilen tebessümdü kurallarda. Öyle de oldu zira, Sara’nın küçük dünyasında.
Çoğu zaman da savaşın içine attık insanlığımızı, izlemeye dayanamadığımız sahnelere tâbi tuttuk vicdanımızı. Uzaktan yorumlar savurduk, cesaretler sergiledik ve ahkâm kestik küstahça, küçük Muhammed için nasıl bir felaket olduğunu düşünmeden. Eli oyuncak görmeyen çocuklarımızı büyüttük kurşunlarla. Ve bir çocuk küstü ailesine, kanlar içinde veda ettikleri için kendisine. Bu sahneyle büyüdü senelerce. Kırılan kalbin kinine hangi kurşun tesir ederdi? Bir yetimin gözyaşlarına kim sessiz kalabilirdi? Bir savaşı gören çocuk, geleceğini hangi hayale sığdırabilirdi?
“Bir yetimi himaye eden kimseyle, cennette şöyle yan yana bulunacağız” derdi Allah’ın en sevgili kulu. Peki, biz yetim kalan ümmet ne derece açıyoruz kapılarımızı, ne kadar şükrediyoruz, dualarımızda ne kadar yer veriyoruz kardeşlerimize? İhtiyacın yalnızca maddi değil, en çok da kalbî olduğunu unutmasak kâfi aslında. Elimizin doluluğu değil önemli olan, kardeşçe uzattığımız elin sıcaklığı. Bir kere de olsa atın tüm sözlük anlamlarını bir kenara. Yetim –kimsesiz- demek değil, bize emanet edilen imtihanlarımız aslında.
                                                                                                Zeynep Nur ÇANDIR
(-Ümmetin 40 Yetimi- Kitabından)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder