Bir
sabah yalnızlığa uyanmanın birçok eylemi barındırdığı haldi kimsesizlik. Allah’a
emanet olan çocuklarımızdı, her gece hayallerine sarılıp uyuyanlar. Yaşayamadan
çocukluğunu, tüm sorumlulukları omuzlayanlar. Sahi onlar mıydı küçük bedenlerine
kocaman bir kalbi sığdıran, yoksa biz miydik büyük bedenlerimize rağmen,
onların masum düşlerine aldırış etmeyip günden güne küçülen?
Sıcak
yuvalarımızda avuturduk oysa kendimizi, bir gün hiç yalnız kalmayacağımıza
inandırılıp kurduk geleceğimizi. Biz ki bir sonraki günün getireceklerini
bilemeyecek acizlikteyken, neye güvendik de unuttuk yetimlerimizi?
Bir
öğüdü vardı en sevilenin: “Yetimi
kendine yakın tut. Başını elinle okşa ve onu sofrana oturt. Böyle yaparsan
kalbin yumuşar ve hacetin görülür” derdi. Bir sünneti yerine getirmenin
karşılığıydı bir sıcak tebessüm. Peki, kaç yetim doyurdu sofralarımız, kaç
başta anlam buldu kalp yumuşaklığımız?
Hayatın
gerçekleri diye nitelendirdiğimiz yaşanmışlıklardı, yetimhanelerde şahit olduklarımız.
Hepsinin hikâyesi farklı da olsa, aynıydı içlerindeki özlem. Hem zaten bir acı
kaç bilinmeyene dönüşebilirdi ki? Savaşlar, depremler sonucu bir gün ansızın
yitip gidenler. Sonrası; hasretler, ‘şimdi yanımda olsaydı…’ ile başlayan
çaresizlikler. Terk edilmişlikler, kayboluşlar, kaybedişler…
Onlardan
yalnızca ikisiydi Sara ve Muhammed, o küçük yaşlarında, belki de hala farkında
olmadan gidenlerin, gülümsemesini inatla yitirmeyenler. Bir odada yaşıtlarıyla
aynı kaderi yaşarken buldular kendilerini. Gün geceye bırakırken yerini, acının
en derin yaşandığı saatlerde çektiler geçmişin üzerine perdeleri. Kim bilebilir
ki her gece Rabbine sığınıp söylediği o samimi sözleri.
Vardı
gözyaşlarının anlattığı bir geçmişleri. Ertesi günün güzelliğine inanarak uyumuştu
belki o gün Sara, bir melek masumluğunda. Yanındaydı ailesi, kaybetme düşüncesinin
uzaklığı kadar çekmişti içine aile kokusunu. Öyle dalmıştı sabahı belli olmayan
uykusuna. Yarın yeni oyuncaklar isteyecekti belki, belki de yalnızca yaslayacaktı
başını ailesinin mutluluk tablosuna. Bir telaşla açtı gözlerini, uzun gecenin
uzun süremeyen uykusundan kaçarcasına. Odada her şeyin sallanmasına ve içeriden
gelen çığlıklara anlam veremeden veda etti mutlu sabahlara. O gün güneşin neden
bulutların ardına saklandığını sordu göçük altında kalan babasına, ‘artık uslu
olacağım, ama ne olur uyan ve beni yeniden parka götür’ dedi, cansız yatan
bedene usulca… Hiç cevap alamadı o günden sonra sorusuna. Her cevapsız gün,
eksilen tebessümdü kurallarda. Öyle de oldu zira, Sara’nın küçük dünyasında.
Çoğu
zaman da savaşın içine attık insanlığımızı, izlemeye dayanamadığımız sahnelere
tâbi tuttuk vicdanımızı. Uzaktan yorumlar savurduk, cesaretler sergiledik ve ahkâm
kestik küstahça, küçük Muhammed için nasıl bir felaket olduğunu düşünmeden. Eli
oyuncak görmeyen çocuklarımızı büyüttük kurşunlarla. Ve bir çocuk küstü
ailesine, kanlar içinde veda ettikleri için kendisine. Bu sahneyle büyüdü
senelerce. Kırılan kalbin kinine hangi kurşun tesir ederdi? Bir yetimin
gözyaşlarına kim sessiz kalabilirdi? Bir savaşı gören çocuk, geleceğini hangi
hayale sığdırabilirdi?
“Bir yetimi himaye eden kimseyle,
cennette şöyle yan yana bulunacağız” derdi Allah’ın en sevgili kulu. Peki, biz yetim kalan ümmet
ne derece açıyoruz kapılarımızı, ne kadar şükrediyoruz, dualarımızda ne kadar
yer veriyoruz kardeşlerimize? İhtiyacın yalnızca maddi değil, en çok da kalbî
olduğunu unutmasak kâfi aslında. Elimizin doluluğu değil önemli olan, kardeşçe
uzattığımız elin sıcaklığı. Bir kere de olsa atın tüm sözlük anlamlarını bir
kenara. Yetim –kimsesiz- demek değil, bize emanet edilen imtihanlarımız
aslında.
Zeynep Nur ÇANDIR
(-Ümmetin 40 Yetimi- Kitabından)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder