Translate

2 Aralık 2016 Cuma

Ümitvâr Hayaller

      Uzun zaman sonra ilk kez, konudan bu kadar emin, ama neyi nasıl dile getireceğim konusunda belirsiz bir şekilde başlıyorum yeniden yazmaya. Günlerdir zihnimde kurduğum cümlelerimi bir akşam vaktinde döküyorum kağıda. Sohbet havasında bir konuyu konuşmak istiyorum aslında. Bir paylaşıma bir sürü paylaşımı sığdırmak isteyerek sığınıyorum bir başlığa. 

      Hayaller... Bir başka deyişle motivasyon biletlerimiz. Bizi biz yapan, belki de diğer insanlardan en çok ayıran, özel olan, bir yandan paylaşmaya kıyamazken diğer yandan en çok paylaşmak istediğimiz, anlattıkça gerçekleşeceğini düşlediğimiz farklı bir dünya, farklı bir ütopya…

      “Bir gün ya hiç biri gerçek olmazsa” korkusunu mutlaka bulunduran, gerçek olması adına bile yeni hayaller kurduran bir nevi rüya alemi. “Nereye gittiğini bilmiyorsan kaybolmuş sayılmazsın.” Diye bir söz vardı. Hayallerimize de uyduğunu düşünüyorum aslında. Hayallerimizin sonu yok sonuçta, hayallerde kaybolmak yok, hayallerde yorulmak yok, en güzeli de kaybediş yok. Kaybetmekten korkup bir türlü atamadığımız adımların hayallerimizdeki yerini düşünün mesela… Hayallerinde dene, hayallerinde hata yap, hayallerinde düş, hayallerinde kalk. Bu seni gerçeğe hazırlar inan buna.

      Hayaller bir çok kalıba sığar böyle. Ama hayallerimizin neler olduğunu konuşalım biraz da. Şu an bu blogdan haberin varsa, bu yazıyı okuyorsan, desteklediğin noktalar varsa, düşüncelerimiz aynıysa, bir hayalime ortak oluyorsun demektir. Hayalimin gerçeğe dönüşmesinde bana katkının çok olduğunu gösterir bu. Ve teşekkür ederim. Yazma işini ilkokuldan beri çocukça sürdüren, her bulduğu ajandayı yeni bir günlük, yeni bir deneme defteri olarak kullanıp sonra kitaplığa unutulmaya terk eden ve içinde hep ‘bir gün gerçekten tüm bunları başkaları da okur mu’ diye düşünüp bu yönde türlü hayaller kuran ben, yaklaşık 3 yıl önce korkarak attığım bu yazılarımı paylaşma adımımda hiç pişmanlık duymadım. Aksine her yeni yazıda, blogun okunma sayısındaki her bir artışta büyük mutluluklar duydum. Buna sebep şu an bu yazıyı okuyor olman. Bu sayfadan haberdar olman, belki paylaşman, belki anlatman. Hayaldi gerçek oldu muhabbeti aslında bu blog benim için. Yazmak adına kazandığım bir sorumluluk. Okuduğum bölüm gereği sayılara boğulduğumda kaçıp sığındığım, kelimelere kavuştuğum, ben olduğum bir sayfa. Gerçekleşen bir hayal. Diğer hayallerim için bir örnek, bir motivasyon, bir destek…

      Ne kadar doğru bir öneri olur bilmiyorum ama, bence en az bir hayalinizi sevdiklerinizle paylaşın. Ya da sosyal medyada bir paylaşımınızın kıyısına köşesine sıkıştırın. Bir gün tekrar gördüğünüzde o paylaşımınızı, hatırlayın. Hayalinizi dinç tutmak adına ya da gerçekleştiğinde ‘vay be işte başarmışım’ gururunu yaşamanız adına güzel bir yol bana kalırsa. Ama küçük bir dipnot, başkalarını bu hayalinizi gerçekleştirdiğini gördüğünüzde üzülmeyeceğiniz bir hayal olsun bu paylaştığınız. Çünkü hayallerinizin çalındığını görmek ya da böyle hissetmek üzer insanı zaman zaman. Gizli tutun bu bahsettiğim kategoriye giren hayallerinizi. Düşürmeye çalışan da olmaz o zaman hem. Sakince odaklanırsınız yolun sonuna.

      Bu kategorinin dışında gerçekleşmeyen ama bir gün gerçek olacağına inandığım bir hayalim daha var mesela. Bir radyo programında saatlerce yayın yapmak. Arkada en güzel fon müziklerini açıp şiirler ve kitaplardan kesitler okumak. İnandığım gerçekleri anlatmak. Yanlış olduğunu düşündüğüm şeyleri açıklamak. Konuşmak. Dinlenmek. Sevdiğim şarkıları dinletmek. İlkokuldayken evin yakınlarındaki bir binada küçük bir radyo stüdyosu vardı. Ne zaman önünden geçsem büyük bir heyecanla merak ederdim içerisinde olup biteni, konuşulanları, hissedilenleri. Ve sanırım bu hayal sonrasında geçtim ayna karşısına, söyleyemediğim “R” harflerini öğrenmek adına. R harfleriyle yaşamayı öğrendim, çocukça aklımla düşlediklerime göre hazırım artık bir radyo yayınına. Bir gün gerçek olursa ilk bu blogda duyuracağım bunu da.

      Sözün özü, Seda Şener’in kitabında dediği gibi: “Hayaller, hayallerimiz. Ya gerçek olacaklar, ya da biz bu inançla öleceğiz. Olsun, ikisi de güzel…”

      Hazır blogun 3 yaşına girmesine yaklaşık bir hafta kalmışken, sizlerin de katılımlarını istediğim bir şey yapmak istiyorum aslında. Hayallerinizi öğrenmek istiyorum. Bu paylaşmaya açık kategorideki hayallerinizi. Blogun solundaki “Mesajlarınızı Buradan Gönderebilirsiniz” kısmına mail olarak yazın. Gönderin. Bir şeyleri paylaşmış olalım. Biraz da ben sizleri okumuş olayım. Bunu gerçekten çok istiyorum. Blogun yeni yaşları benim için çok önemli oluyor, haliyle bu tarih de sanki kendi doğum günümmüş gibi aklımdan pek çıkmıyor. Hayallerinizi yazın, ben o maillerinizi saklayayım. Hatta 1 yıl sonra bu zamanlarda, hayalinizi dinç tutmak adına gerçekleşip gerçekleşmediğini sizleri sorayım. Hatta ve hatta en farklı gelen hayalin sahibine, aklına hep bu blogu getirecek küçük bir hatıra göndereyim. Katılırsanız çok mutlu olurum inanın. Şimdiden çok teşekkür ederim.

      Sayfa Sonu Notu1: Hayallerinizi gerçekleştirecek gücü ve motivasyonu asla kaybetmeyin… Hayalle kalın…:)

21 Eylül 2016 Çarşamba

5 Asır Öncesinin Hastanesi: Hafsa Sultan Şifahanesi

“En uzun geceyi namaz vakitleri tayin eden de bilmez müneccim de bilmez, en uzun geceyi gam çekene sormak lazımdır.”

Geçmiş her daim rehberdir hayatlarımızda. Alınan dersler, deneyimler, tecrübeler ışık tutar bugünümüze ve elimizde var olduğumuz her şeye. Bundan mıdır bilmiyorum seviyorum bizleri eskiye götüren yerleri. O ruhu yaşamayı ve bugüne nasıl gelindiğine dair küçük ipuçlarını. Merak uyandırıyor tarih insanın içinde. Tarih derken sayılara bağlı kaldığımız ezberler değil kastım, nitekim o ezberleri hiçbir zaman da benimseyemedim. Ama tarihe yön vermiş o zamanları dolu dolu yaşamış insanların hangi yollardan geçtiğini, hayat koşullarını hep merak etmişimdir mesela. Günümüzü hızlı dolduran teknoloji bu kadar yer etmemişken henüz nasıldı dünya? İşte bu sorunun cevabı için belirli tarihi yerlerde bulurum bazen kendimi. Ayağınızı bastığınız yerlerde yıllar önce bambaşka hayatlar vardı mesela, onlara has yöntemler vardı, onlara has yenilikler. Bence bunları keşfe çıkmak gerçekten mutlu edici.

İşte tüm bu düşünceler bende yeni bir yazı yazma isteği bıraktı. İlk kez blog için masa başında olmak dışında bir şey yaptım. Ve bu beni gerçekten çok mutlu etti. Öncesinde de gidip gördüğüm bir mekanı bu kez sizler için gidip ayrıntıları ile inceleme fırsatı yakaladım. Fotoğraflar çektim, bilgiler edindim ve Manisa’nın birkaç tarihi yapısını bu ve sonrasında gelecek bazı yazılarla tanıtma kararı aldım.

Manisa Hafsa Sultan Şifahanesi, 500 yıl öncesinin hastanesi. Ve bugünün Tıp Tarihi Müzesi.
1910’lu yıllara kadar çalışmış bu hastane. Kanuni Sultan Süleyman tarafından annesi Hafta Sultan adına yaptırılmış. Türlü hastalıklar için hekimler burada bulmuş tedavi yöntemlerini, burada uygulamış. Bizlere de o günlere ait aletler, kitaplar, bilgiler kalmış.



Şifahane bizleri bu girişle karşılıyor. Kapının üzerindeki kitabenin sol alt kısmında ebced hesabı ile şifahanenin tarihi yazılmış ve bu da miladi 1539 yılıymış.


Şifahanenin avlusu ise bu şekilde. Avludan giriliyor odalara. Her odada bal mumları ile canlandırılmış o zamanlara ait tedavi yöntemleri. Öyle gerçekçi yapılmış ki, açıkçası korkuluyor bazen gezerken. Sanki aniden canlanacak hissi uyandırıyor insanda.


Avlunun ve odaların duvarlarında o zamanlara ait ünlü tıpçıların hayatları yer alıyor.



Bir oda, o zamana ait kitaplar, farklı hastalık ve tedavi yöntemleri için kullanılan aletlere ayrılmış. Tüm bunlar biraz da şaşırtıyor aslında. Bundan 500 yıl öncesindeki teknolojiyle ve bilgileriyle yapılan aletlerin bu kadar ince düşünülerek yapılmış olması ve bugün hala benzerlerinin kullanılıyor olması, bizlere eskiden de bilime verilen önemi gösteriyor.



Dağlama, yaraları kurutmak amaçlı yapılan bir tedavi yöntemiymiş. Ve bir çok rahatsızlıkda, ağrıda bu yöntem uygulanırmış. Bunun için de bir oda bu tedavi yöntemini göstermek amaçlı yapılan bal mumu heykelleri ile doldurulmuş.




Bir diğer oda ise göz tedavisine ayrılmış ve gözden ur alma işlemi canlandırılmış. Her odada olduğu gibi bu odada da bilgilendirme adına yazılar asılı. Bu yazılardan biri de “rıza senedi” ile ilgili. Rıza senedi, hastaya bir işlem uygulanmadan önce hastanın yapılacak işlemleri kabul edip etmediğini gösterirmiş. Tüm toplumlar göz önüne alınıp o döneme bakıldığında bu rıza senedinin ilk uygulanma yeri de burasıymış.




Ve işte bu şifahanenin en meşhur odası desem pek yanlış olmaz. Akıl hastalıklarında kullandıkları yöntemler itibariyle farklı bir oda. Her hastalığa ayrı bir makam şifa olmuş. Her makamın kendine has tınısı ve vakti varmış. Kemençe, tambur, santur, kanun, ney, kudüm, bendir, def, daire ve halile gibi enstrümanlar kullanılırmış tedavilerde. Musiki tedavisinin yanında bir de meşguliyet tedavisi uygulanır, hastaya çeşitli el işçilikleri yaptırılırmış. Bunlar da bu odada bal mumu heykelleri ile gösterilmiş. Bu odanın da duvarında yazılı olan bazı yazılar vardı. Bunlardan ilgimi çekenlerin ilki tam yerinde bulduğum “Bu da geçer ya hu” yazısıydı. Ki bence bu odada bulunan hastaların bunu her gün görüyor olması güzel bir telkindi. Bir diğeri ise yazıya da onunla başladığım sözdü. “En uzun geceyi namaz vakitleri tayin eden de bilmez müneccim de bilmez, en uzun geceyi gam çekene sormak lazımdır.” Anlamına gelen “Şeb-i Yelda-yı müneccimle muvakkit ne bilir, mübtela-yı gama sor ki giceler kaç saat” sözü.
 Şifahanede bu oda büyük önem arz etmiş. Savaş dönemlerinde de buradan giden doktorların yerine gardiyanlar hizmet vermiş. Ve hatta Türkiye’deki sayılı ruh ve sinir hastalıkları hastanelerinden birinin de Manisa’da olmasının sebebi biraz da bu şifahanedeki akıl hastalıkları konusunda alınan başarılarmış.





Bir diğer oda da ecza odası. Burada hastalıkların tedavisi için ilaçlar yapılırmış. Bu odada iki farklı döneme de yer verilmiş. Hem Osmanlı zamanına ait hem de Cumhuriyet dönemine ait bal mumu heykelleri yan yana sergilenmiş. Ama her iki dönemde de hastalıkların tedavisi için yapılan ilaçlar benzerlik göstermiş. Benzer bitkilerden faydalanılmış ve hatta o dönemlere ait bazı ilaçlar bu odanın dolaplarında yerini almış.


Manisa denince akla ilk gelenlerden biridir mesir macunu. Şifahanede ona da yer verilmiş tabiî ki. O döneme ait mesir macununun karılması ve kesilip paketlenmesi canlandırılmış. Dolapta ise mesir macunu yapımında kullanılan 41 çeşit baharatlar yerini almış. Mesir macununun hikayesi ise şöyle: Ayşe Hafsa Sultan bir gün rahatsızlanmış ve Merkez Efendi Hafsa Sultan için bir macun hazırlamış. Bu macun 41 çeşit bitki ve baharattan meydana gelmiş. Macunu yedikten sonra sağlığına kavuşan Hafsa Sultan bu macunun halka dağıtılmasını istemiş. Ve zamanla da Sultan Camii kubbelerinden halka saçılır olmuş mesir macunu. Günümüzde de hala her yıl bu mesir macunu saçımı yapılmaktadır.
 Belki de daha bir çok inceliğin, ayrıntının, tarihin, bilginin bulunduğu bu şifahane günümüze böyle yansımış. Benim görebildiklerim bunlardı, daha detay tarihi bilgilerini bilemesem de, o aletleri görmek, o avluda dolaşmak beni o tarihlere götürmeye yetti. Ve hatta bu bal mumu heykelleri de o dönemi yaşıyormuşum gibi hissettirdi. Avluda ve odalarda dolaşırken o dönemde tedavi amaçlı da kullanılan musikiler, makamlar eşlik ediyor sizlere. Ben de bir ney dinletisiyle yazıyı okumanızı, resimlere bir de öyle bakmanızı öneriyorum. Bilgiler eksik de olsa umarım beğenmişsinizdir. Bir sonraki yazıda yine bol bal mumlarıyla yeni bir mekanda görüşmek üzere… 


15 Eylül 2016 Perşembe

Milena’ya Mektuplar – VI

“Her nedense bugün bu telgrafa ihtiyacım vardı, nasıl anladın bunu? Neye ihtiyaç duyarsam duyayım hemen tedarik eden doğal içgüdülerin… Aslında insan kendisi için doğru olanı sende buluyor Milena…”


Kafka’nın Milena’sına özenle ve biraz olsun sıkılmadan, yorulmadan, hasta yatağına rağmen hiç zorlanmadan yazdığı mektuplarda sona yaklaşılıyor. Sayfalar süren aşk hikayesi deyimi yerindeyse can çekişiyor. Ve mücadelesi zor zamanlardan geçiyor iki aşık.

Mektuplarda uzun bir süre günlük hayatlarını anlatıyorlar. İş yerlerine gelip gidenleri, onlarla olan konuşmalarını dahi yazıp birbirleri ile paylaşıyorlar. Mektuplaşma bir nevi günümüz mesajlaşmalarına dönüyor bazı zamanlar. Aynı edebiyat çevresinde olmalarından olacak ortak arkadaşları, tanıdıkları da çok ve bu zaman zaman birbirlerini kızdıracak nedenler doğuruyor. Ama yine de sevgi dolu halleri, merakla mektup beklemeleri devam ediyor.

“Bugün mektup gelmedi, çok saçma, mektup gelmediği zaman bugün istisna bir gün diyorum.”

Kafka her duygusunu doruklarda yaşıyor bana göre. Aşkı da takıntılı bir aşk korkusu da derin bir korku. Ama bana kalırsa bu korku yalnızca Milena’ya özgü bir korku değil, bu korku Kafka’nın hayatının her noktasında büyük bir yer kaplayan ve onda tuhaf hisler bırakan bir korku. Felice’de de yaşamıştır bu korkuyu bundandır belki de hayatının çoğunu yalnız geçirmesi. Ama onu yazmaya iten, bugün onu okuyor olmamıza sebep de o korku. Biliyoruz ki Dönüşüm’ü yazamaz herkes. Hayata farklı bir çerçeveden bakmadan anlaşılmaz onu bu öyküyü yazmaya iten korkusu. İşte bunların üzerine Kafka devam ediyor mektuplarında o çok sık kullandığı kelimeye: Korku, korku, korku…

“Lütfen Milena yanlış değerlendirme. Burada, senden uzakta, tek başıma ama yine de huzur içerisinde oturuyorum, kafamdan korku, tedirginlik gibi bir sürü şey geçiyor ve çok anlamlı olmasalar bile mektupları kafamda bunlar varken yazıyorum ve sana yazarken her şey aklımdan çıkıyor, seni bile unutuyorum ama bu şekilde iki mektubun peş peşe gelince tamamıyla kendime geliyorum.”

“Milena aceleyle yazıyorum. Bugün senden mektup gelmedi, kendi kendime bunun olağandışı, kötü bir durum olmadığını telkin edip duruyorum. Dün akşam, daha doğrusu dün gece son mektuplarını okuyarak bir saat geçirmiş olmalıyım.”

Zaman zaman, hatta çoğu zaman Milena’nın mektuplarına da kavuşabilmeyi çok istiyorum. Neler yazdığına dair merakım artıyor. Sahi hangi şehrin çöplüğüne atılmıştır ya da yanarken o kelimeler küllerine ne olmuştur? Onlarca sevgi sözcüğü ve zarflar dolusu aşk, kim tarafından kolayca atılmış ve bize ulaşması engellenmiştir?

 “Çarşamba günü yolladığım mektubu komik buldun öyle mi? Ben pek emin değilim. Eğlenceli mektuplara inanmıyorum artık, hatta şöyle düşünüyorum: Artık hiçbir mektuba inanmıyorum.”

Kafka aslında mektuplarında belli eder bazen mektupların yakında biteceğini. Bir yandan sever mektuplar olmadan yapamaz ama bir yandan da mektupların artık bitmesini ister.


“Benim hiçbir şeyim yok, adım bile, zaten onu da sana vermiştim. Bu nedenle bir noktaya kadar senden bağımsızım çünkü bağımlılık bütün sınırları tamamıyla aşıyor. Bu ya/ya da konusu çok önemli. Ya benimsin ki bu iyi bir şey, ya da seni kaybettim ki bu da kötü bir şey değil, bu durumda da hiçbir şey olmaz. Ne kıskançlık, ne sıkıntı, ne endişe, hiçbir şey kalmaz. Tabii ki birisine bu kadar bel bağlamak aşağılık bir şey ve bu nedenle korku bu temel üzerinde oluşuyor ama bu korku seninle alakalı bir korku değil, bu korku birisine güvenmeyle alakalı bir korku.”

“Evet kesinlikle bana bir angaryayı yerine getiriyormuşçasına yazma, yazmak istiyorsan bile yazma, yazmak zorunda olsan bile yazma, ama geriye ne kalıyor ki? Bunların dışında ne kalıyorsa.”

“Kesinlikle haklısın, geri dönüşü olmayan bir aptallık ve becerisizlikle uğraştım bu işi halletmeye çalıştım ama yanlış anlamalar ile dolu bir ilişkimiz olduğu için başka türlüsü mümkün değildi. Birbirimize verdiğimiz cevaplar sorunlarımızı anlamsız hale getiriyor. Artık birbirimize yazmayı bırakmalı ve geleceği geleceğe bırakmalıyız.”

Mektuplar bu şekilde devam ediyor. Duygulara yenik düşülüyor, daha sabırsız ve tahammülsüz tavırlar sergileniyor. Milena’nın, Kafka’ya yazdığı mektuplara ulaşılmıyor ama Kafka’nın mektuplarını bizlere ulaştıran Max Brod, Milena’nın da kendisine yazdığı birkaç mektubu da bize sunuyor. Az da olsa Milena’nın duygularını, yazma tarzını anlamamıza yardımcı oluyor. Ne diyelim: Milena’ya Mektuplar VII dolu dolu geliyor.

“Mektuplarını okumaya neredeyse hiç cesaretim yok, sadece arada sırada bakabiliyorum, acıya dayanamıyorum Milena…”

26 Ağustos 2016 Cuma

Aşk-ı İlahi

Mevlana’nın “ben ol da bil” diye cevapladığı bir soru vardır: “Aşk Nedir?”
Aşk sanılanın ötesinde bir bedeni sevmekten ibaret değildir. Aşk varoluşu sevmektir. Aşk Yaratan için yaratılana hayranlıktır.
Aşk-ı ilahi; “Cehennemde vücudum büyüsün tâ ehli imana yer kalmasın” diyen Hz. Ebu Bekir’in yüreğinde saklıdır. Aşk sırdır. Bu sır Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin “Milletimin imanını selamette görürsem cehennem alevlerinde yanmaya razıyım...” sözleriyle lâl olmaktır.
Aşk “Beni görmedikleri halde bana iman eden kardeşlerimi görmeyi çok isterdim” diyen En Sevilenin (sav) ümmet sevgisidir. Aşk En Sevgiliye kavuşmayı beklemektir. Bunun için yalnızca emredilene boyun eğmektir. Aşk bu yönüyle ibadettir.
Mecnun çöllere düştüğü zaman, onu görenler Leyla’nın aşkının büyüklüğünden sanıyordu. Lakin Mecnun’un aşkı hiçlik makamıydı. Kays’ın yaşadıkları ve acısıydı onu dünyadan uzaklaştıran. Nesnelerden, kişilerden, dünyevi her şeyden soyutlamıştı kendini. Ve o çöllerde ruhunu dinlemişti yalnızca. Bundandı çölde onu bulan Leyla’yı tanımaması. “Leyla benim içimdedir. Sen kimsin?” cevabı. Kays, Leyla’yı öyle sevmişti ki bu sevgi onu gerçek sevgiliye ulaştırmıştı. Bu aşk Kays’a kendini unutturmuştu önce, sonra da Leyla’sını. Maddeden ayrı, ruha ait ilahi aşkı anlatırdı bize bu hikâye. Bundandır Abdurrahim Karakoç’un unutulmaz; “Mecnunlar Mevla’yı bulursa canda, el olur Leyla’lar…” dizelerinin ardındaki mana.
Züleyha, Yusuf’un suretinde Rabbini görmüştür, öylece bürünmüştür şükre. Nitekim sevdiği suret değil, o güzel yansımadır önce. Mektubuna Yusuf diye başlayıp Yusuf diye bitirmesi de bundandır. Zira geçememiştir hitaptan ötesine. Gönlünde aşkı tatmıştır Yusuf ile. Ve bulamamıştır hiçbir kelam, o güzelliğin üzerine.
Mevlana da Şems-i Tebrizi’de bulmuştur bunu. Şems ki Mevlana için doğan güneşten farksız. Şems ki mürşidi kâmil. Şems ki Mevlâna’ya ardında Mevlâ’yı içeren gözyaşlarını döktüren. Şems, maddeden çok maneviyatçı. Mevlâna için Şems yüreğe düşen ateş değil, yüreğe nasıl ateş düşürüldüğünü gösteren hocası.
Yıllardır bizlere anlatılan bir hikâye vardır. Bir çoban padişahın kızına âşık olur, lakin utanır diyemez kimseye. Padişah kızıdır karşısındaki, cesaret edebilir mi hiç dile getirmeye. Duyanlar da kızar, “git dengini bul” diyerek azarlar. Bir arkadaşına anlatır sonradan, o da tutar kolundan, götürür bir arif kişiye. Arif kişinin sözleri merhem gibi gelir çobanın yanan yüreğine. “Şehrin dışında bir divan kur ve tüm gününü ibadetle geçir. Al tespihi ve –Ya Allah- de. Kim gelirse gelsin, ne derse desin sen devam et –Ya Allah- demeye…” der ve devam eder çobanın içine umut dolduran sözlerine. “Bir gün padişah kızını kendi isteğiyle sana getirene kadar çekmeye devam et –Ya Allah-. İşte o zaman devam edebilirsin eski hayatına.” Çoban şaşırır, zira yıllardır gönlüne sığdıramadığı padişah kızına ulaşmanın tarifinin bu oluşu oldukça basit gelir. Ve başlar padişah kızının hayaliyle zikrine. Gün geçer çobanın namı duyulur. “Bir derviş gelmiş şehre, durmadan ibadet eder, dili durmadan Allah dermiş…” sözleri yayılır şehirde. Çoban artık inanır zikrin gücüne. Silinir gözlerinin önünden padişah kızının hayali, zikir dilinden değil kalbinden dökülür duruma gelir. Devam eder yine –Ya Allah, Ya Allah-. Ve padişaha ulaşır bu haber. Düşünmeye başlanır, bir kurul toplanır ve tartışılır: –Nasıl olur da bu derviş sarayımıza lütfeder-. Zira derviş bu, kabul eder mi altını, hanı, rütbeyi, şanı. Kuruldan bir arif –kızınız- der. Padişah kabul eder mi diye düşünürken, kendilerini yolda bulur. Sorar -ne yapsak gelirsin sarayımıza-. Başlar sıralamaya. Bakar ki kabul etmiyor, -kızım- der en sonunda. Çoban hiç düşünmeden reddeder bunu da. Arkadaşı gelir sorar: –Bunun için günlerdir buradasın, ne için kabul etmedin?-. Çoban ulaşmıştır bir kere o güzel makama. Cevabı da verir yakışır bir şekilde, arkadaşına: -Ben günlerdir padişahın kızı için buradaydım, hiç durmadım Ya Allah dedim, padişah kızı ile ayağıma geldi. Bir de Allah için Ya Allah deseydim neler olmazdı…- der ve devam eder zikrine.
İlahi aşk; Leyla’nın, Yusuf’un, padişah kızının güzelliğinde değil, o güzelliği verende saklıdır. Bu dünyada bu güzellikleri bize gösterenin güzelliğini düşlemektir. Yunus Emre;
“Maharet güzeli görebilmektir.
Sevmenin sırrına erebilmektir.
Cihan âlem herkes bilsin ki şunu;
En büyük ibadet sevebilmektir.”
Dizeleriyle anlatır bunu. Evvela aşk gözleri kapatıp, gönlü arşa açmaktır. Aşk tefekkürdür; bakılan, duyulan her şeyde sevgiliyi arayıştır. Her arayışın sonunda şükre varıştır. Aşk beş vakit sevgilinin kapısına dayanıştır. Elleri semaya açıp yakarıştır. Aşk aftır. Aşk en büyük fedakârlıktır. Dünyadan feragat edip, yalnızca Allah’a boyun eğip sabretmektir. Aşk elif gibi dik, vav gibi mütevazı olmaktır. Aşk buluşma gününü beklemektir. Bunun için ölümü sevmektir.
Üstad Necip Fazıl “Ne acı kaybetmek için sahiplik, ölümlüyü sevmek ne korkulu iş…” diyor. Mevla dururken sevgiyi, aşkı beşerde aramanın acizlik olduğunu ustaca belirtir. Ölümsüz bir Rab varken ölümlüyü sevmek der, ne korkulu iş… Aşk ölmeden önce nefsi öldürmektir, ölümlüyü sevmek ise nefse can vermektir. Üstad bunu öğütler.
Ve Şems güneş gibi doğar konunun üzerine:
“Sevmek bu kadar güzelse, kim bilir sevmeyi yaratan ne kadar güzeldir…”

Zeynep Nur ÇANDIR
(40'lar Kulübü - Aşkın Kırk Yolu - kitabından)

24 Haziran 2016 Cuma

Mavera'ya Mektuplar - II


Düştüm ve küçük yaralar edindim Mavera, her düşüş biraz daha zordu, biraz daha anlamlı. Her yara o yaşımdan bir hatıra bıraktı.

Sahi hatıralar Mavera, zamanda yolculuk biletleri.

“Yolculuk bizi kendimize geri getirir.” Diyor Albert Camus. Hatıralar da aynı etkiyi bırakmıyor mu insanda? Her hatıra bize biz olduğumuzu hatırlatıyor. Yaşadıklarımızı, yaralarımızı, kahkahalarımızı, geçmez dediğimiz zamanın ışık hızını, yıllar sonra bunu unutacağım dediğimiz şeylerin üzerinden geçen yılların bir türlü yeterli miktara ulaşamayışını…

Dürüst olalım mı Mavera, bazı yolculuklar bizi bizden götürüyor aslında. Tuz oluyor yaralarımıza. Ama yine de biz biletlerimize sahip çıkalım Mavera, yolculuğumuz baki olsun, tuz da basalım kahkaha da.

Hem ne diyor şair; “Hatıralarımız yaşlandıkça, kendi kendine zenginleşen bir sermayedir.” 

     Her yolculuk biletinin mutluluğa vesile olması umuduyla... 

20 Nisan 2016 Çarşamba

Milena'ya Mektuplar - V


“Her şey bir yana, her seyahat bir rehabilitasyondur, bir silkelenme, kendine gelmedir.”
Kafka’nın, Milena’sına özenle seçtiği kelimeleri, o kelimeleri ustalıkla dizip oluşturduğu cümleleri, yüreğiyle harmanlayıp cümlelerine nakış nakış işlediği duyguları bundan önceki yazılarımda kalbimin yettiğince anlatmaya ve alıntılarla hissettirmeye çalışmıştım.


Ne tuhaftır ki bu mektupların biteceğini, mutlu sonu yaşayamayacaklarını bile bile yine de mutluluk düşlüyor insan. Mektuplarsa bu aşkı yaşatan, hele bir kavuşsunlar da, bir sabah aynı masada karşılıklı susup yalnızca yazsınlar. Kelimeleri kağıt üzerinde anlam buluyorsa ve öyle daha özgürse, hapsetsinler dillerini, yasaklasınlar sesleri. Yazsınlar ama yeter ki kavuşsunlar.

Kafka, Milena’nın cevapsızlığını kaybetmeye yorup korktuğundan olacak bir mektubunda: “Eğer mümkünse bu güvensiz dünyada (insanın çekilip kopartıldığı ve buna karşı koymak için hiçbir şey yapamadığı) seni bir defa veya bin defa, şimdi şu anda veya her an hayal kırıklığına uğratsam da benden korkup, kendini uzaklaştırma. Ayrıca, bu bir istek değil, sana da yöneltilmiş değil, kime yönelik olduğunu bilmiyorum. Perişan ciğerlerimin yorgun nefesleri bunlar.” Diyerek ifade ediyor kendini.

“Uyumak yerine tüm geceyi mektuplarınla geçirdim. Çok da kötü değil, hala mektup gelmedi senden ama bunun da zararı yok. Şu an için her gün yazışmamak çok daha iyi, sen bu gerçeği benden önce gördün. Her gün gelen mektuplar güçlendirmek bir yana zayıf düşürüyor insanı, eskiden gelen mektupları son damlasına kadar içer ve hemen kendimi on kat daha güçlü hissederdim ve yine de on kat daha artardı susuzluğum. Ama şimdi durum ciddi, okurken dudağımı ısırıyor ve şakaklarımdaki ağrıdan başka bir şey hissetmiyorum. Ama bu bile kabul edilebilir. Ama kabul edemeyeceğim tek şey hasta olman Milena, sakın hasta olma. Yazmasan da olur, yeter ki sen hasta olmayasın. Burada sadece kendimi düşünüyorum, ne yaparım sen hasta olursan? Herhalde şimdi ne yapıyorsam onu yaparım ama nasıl yapabilirim ki?”

    “Ben sadece neden yazmadığını bilmek istiyorum, küçük bir odada, dışarıda sonbahar yağmurları, tek başına, ateşli, üşütmüş, terlemiş ve bitkin bir şekilde hasta yatağında yatmadığını bilmek istiyorum, ama bu durumda değilsen o zaman sorun yok, daha ne isterim.”

İki hasta kalp ve iki şüphe. Biri yazmasa diğeri korkuyor hastalığından dolayı başına ciddi bir şey mi geldi diye, diğeri yazmasa aynı korku bu kez bu evde. Mektuplar ilaç niteliğinde, biri yazmasa diğeri daha hasta. Nitekim insan bu mektupları okudukça Milena’nın satırlarını merak etmeden duramıyor.

“Bense kısa bir zaman sonra, aniden, umarım acısız ve sakin bir şekilde toprağın altına gireceğim. Bu durumu hiç dert etmiyorum ama senin uzaklarda, hasta olman düşüncesine katlanamıyorum.”

Sahi Sevgili Bayan Milena, Kafka’nın bu sözlerine ne cevaplar veriyor? Ne denir ki bu derece takıntılı bir aşka? Mektuplarda hangi kelimeleri hangi büyüyle kullanıyor da Kafka o kelimelersiz nefes dahi alamaz oluyor. Diyorum ki keşke Milena’nın da hayatında Max Brod gibi biri olsaydı da taşısaydı o mektupları bize. Çünkü inanıyorum ki o mektuplar da Kafka’nınkiler kadar etkileyici ve bir o kadar sevgi dolu.

     “Mektup alamamanın ne kadar acı verdiğini anlıyorsun değil mi, zaten sana söylememe gerek yok. Bugün senin mektubunla benim mektubum arasında belirgin, güzel bir bağ, derin bir hasret var.”

Kafka’nın, Milena’sından beklediği mektup sonunda geliyor ve okur okumaz başlıyor yeniden kaleme sarılmaya: “Çok güzel, çok güzel Milena, ne güzel. Mektubunun getirdiği huzur, umut ve aydınlık kadar güzel bir şey yok.”

“Yazdıkların beni çok mutlu etti ve bu nedenle zırvalamalarla dolu bir cevap yazdım.”

Mektuplar niye bitti sorusuna başından beri bir kelime cevap oluyor aslında: Korku. Kafka’nın korkusu mektuplarına çoğu zaman yansıyor. Bunun için bazen mektupların artık bitmesini istiyor, ama aynı mektubun sonunu cevap beklediğini söyleyerek getiriyor. Kafka korkusuna sık sık yenik düşüyor, sonrasında çabuk toparlanıyor fakat bu duygu yakasını bir türlü bırakmıyor.

“Sevgili Milena, daha önce senden, bana her gün mektup yazmamanı istemiştim, bunda samimiydim, mektupların beni korkutuyordu. Herhangi bir nedenle birisi gelmediği zaman kendimi kötü hissediyordum, ne zaman gelen bir tanesini masanın üzerinde görsem bütün gücümü toplamam gerekiyordu, gerçi hiçbir zaman yeterli olmuyordu, eğer bugün bu kartlar gelmemiş olsaydı mutsuz olurdum. Teşekkürler…”

“Benim şanssızlığım başta önemli gördüklerim olmak üzere, bütün insanları tüm kalbim ve mantığımla iyi insan olarak görmemde. Ama nedense vücudum bu insanların hep bu şekilde iyi olacağına inanmıyor, korkuyor, dünyayı kurtaracak bir girişimde bulunmaktansa duvara doğru sinip, beklemeyi tercih eder.”

İki yürek mektup zarflarına saklanıp bize gönderiliyor. Başarısız bir aşk hikayesini taşıyor postacı. Ve Kafka’nın dediği gibi: “Sevgili Bayan Milena, bu mektuplar gözlerimi kamaştırıyor…”

8 Nisan 2016 Cuma

Kaybolsak Sahi?


Her tarafı sis kaplamıştı, önümüzü göremiyor, yolumuzu bulamıyor ve olduğumuz yerde bekliyorduk. Bir adım atsak sanki kaybolacaktık. Oysa cesaretimizi kaybetmek kendimizi kaybetmekten kötüydü, bilmiyorduk. Nitekim, korkularımızın izin verdiğince yaşıyorduk. Mutsuzluktan korkup kapı dışarı çıkmamak gibi, kaybolmaktan korkup kök salıyorduk.
Sahi kaybolsak ya? Korkulardan uzak ve en küçük şeye onlarca mutluluğun sığdığı küçük kasabımıza…
Mutluluk ve küçük şeyler tabirlerini aynı cümlede kullanmayı seviyorum. Ve küçük şeylerden çok büyük mutluluklar duyan insanları. Tebessümlerini çoğu zaman ya da kalplerini… Mutsuzluk duymak nankörlükle eşdeğer geliyor bana bugünlerde. Tüm acılar bu dünyada kalıyor. Ve uzanamadığımız kentlere bir bomba gibi düşüyor mutsuzluk. Gülmeyi unutan çocukları gözümüzün önüne getirince de bir utanmak eylemi kalıyor geriye. Ben hayata yeniden başlıyorum böyle günlerde. İçim daha şükür doluyor bugünüme, daha kendinden emin oluyor ideallerim ve daha çok sığınır oluyorum dualara.
İşte bunları biliyorken de yanımızdaki mutlulukları bırakmamak düşüyor bize. Peşine düşmek ve beklemek. Kendimiz için istediğimizi herkes için istemek. Büyük mutlulukların yolu karşımıza çıkan her şeyden payımıza düşen tebessümü almaktan geçiyor. Kader kavramını öğrendiğim için mutlu oluyorum mesela bazen. Artık biliyorum bugünüm yarınımı şekillendiriyor. Bugün edindiğim her bilgi, her deneyim ve yaşadığım her mutluluk gelecekte “iyi ki” ile başlayan cümlelerimi süsleyecek inanıyorum.
Ve inanıyorum, kendimiz için istediklerimizi başkaları için de isteyince eşit olacağız. İnanıyorum ki o zaman bomba gibi düşmeyecek mutsuzluk, yerini mutluluk meyveli ağaçlar alacak ve neşeli çocuklar. Bu payımız olan tebessümü aldığımız yol uzayacak ve ulaşacak her yere.
Çünkü burası her kaybolduğumuzda sığındığımız, belki de bunun için kaybolmayı sevdiğimiz, küçük şeylere büyük mutlulukların sığdığı sevimli kasabamız.
Çünkü kendimiz için istediklerimizi başkaları için de isteyince mutsuzluk yok olacak ve mutluluk rüzgarı uzak yakın her yeri saracak.
Ve her duada El-Alim ismiyle yakarılacak…
Her şeyi çok iyi bilen, anlayan ve tanıyan; El-Alim…

Dua ile…

Dipnot: Şarkı bol kayboluşlar içerir:

1 Şubat 2016 Pazartesi

Sırça Fanusta Bir Kelebek


Sylvia Plath, başarıyla dolu bir başarısızlık öyküsü. Küçük yaşta fark edilen yeteneği ve yazdığı şiirler. Katıldığı her yarışmada onu birinciliğe götüren o anlamlı dizeler ve kelimeler üzerinde kurduğu inanılmaz hâkimiyet. Fakat anlam verilemeyen bir bunalım. Otuz yaşına kadar her on yılda bir denediği intiharlar ve üçüncüsünde ulaştığı amacı. İşte tüm bunlar Amerikalı bayan şairin hayatını özetliyor.

Başarı tutkunu birisi Plath. ‘Başarısızlık’ kelimesi yer almamış onun âleminde. Hep en iyisini istemiş, nitekim en iyi şiirleri yazıp birincilikler edinmiş. Her dizesinde, her sözünde büyük beğeniler toplamış. Fakat başarıya bağımlı her insan gibi o da hırsına yenilmiş ve onlarca usta şairle yarışıyor olma düşüncesi onu bunalıma iten başlıca nedenlerden olmuş. Ama o inatla fazlasını istemiş, elde edemeyeceğini bile bile kendini türlü pozisyonlarda düşlemiş. Örneğin bir kitabında şöyle der:

“İstediğim bütün kitapları okuyamam, olmak istediğim bütün insanlar olamam ve istediğim hayatları süremem… İstediğim bütün becerileri edinemem, öyleyse ne istiyorum? Yaşamak ve hayatta olabilecek bütün zihinsel ve fiziksel deneyimlerin bütün renklerini, tonlarını yaşamak ve duyumsamak istiyorum ve berbat bir şekilde kısıtlıyım.”

Bu sözlerde bahsettiği, kısıtlı kaldığı hayatını bir incir ağacına benzetip, ayrı anlamlar yüklemiş. “Her dalın ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor” deyip incirlerden her birini hayatıyla eşleştirmiş. Eş, mutlu bir yuva, çocuklar, ünlü bir ozan, parlak bir profesör, şaşırtıcı bir editör ve daha ne olduklarını çıkaramadığı onlarca incir. Daha sonra kendini dalların altında otururken gördüğünü ve hangi inciri seçeceğine bir türlü karar veremediğini söyleyip, incirlerin dökülüşünü ve her hayalin ellerinden kayıp düşüşünü izlemeye başlamış. .

Açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı istiyordum incirlerin ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa ayaklarımın dibine düşüyorlardı.”

Bu sözlerle elde edemediklerinden ve yetinemediklerinden duyduğu çaresizliği tanımlıyordu aslında. Plath çaresizliği kadar kararsızdı. Bir yanda çok sevdiği eşi ve çocukları, bir yanda sahip olmak istediği başarılar. ‘Hangisini seçmeliyim?’i düşünürken geçen zaman ve değişimler. Konu başarmaksa doymuyordu. Onun için hep olunabilecek bir üst nokta vardı. Buna çabalıyordu. Ama aynı anda her şeye yetemezdi. Yetemiyordu, olmak istediklerinin hepsini olamıyordu, bundandı kendini sırça fanusunun içinde kısıtlanmış hissetmesi. Bu fanusun içinde yaşadığı ekşimiş olarak tanımladığı hayatında eşini de başarıları kadar çok seviyordu. Ayrıldıklarında daha ağır bunalımlar yaşayacak kadar çok. Ayrıldıktan sonra Plath her şeyin farkındaydı. İçinde bulunduğu durum nefes almasını engelliyor ve onu bambaşka düşüncelere sürüklüyordu. Yalnız kalmaması gerektiğini biliyordu. Yalnız kalmamak için arkadaşına gitti, bir süre orada kalmak iyi gelecekti, buna inanıyordu. Çocuklarıyla da ilgilenebilecek bir durumda olmadığını düşünen Plath için arkadaşı Jilian iyi bir seçenekti. Burada rahat ve sakindi. Uzun zamandır aradığı sessizce düşünme vaktini de bu evde buldu.  Fakat burada fazla kalamazdı, biliyordu. Sırça fanusa geri dönme vakti gelmişti. Plath’in gitme kararı arkadaşını memnun etmese de bir şey söyleyemedi. Aslında söylenebilecek onlarca söz vardı ve yıllarca bunun pişmanlığını yaşadı.

Plath iyi değildi. Bir yandan hırsı, bir yandan eşi tarafından başkası uğruna terk edilme duygusu, sorumlulukları, kurtulamadığı bunalımı… Sırça fanusunun içinde boğuluyordu. Düşen incirlere, onu yıpratan hırs ve düşüncelere daha fazla dayanamayacağını anladığı bir gece çocuklarının odasına süt ve bisküvi bırakıp başını gaz fırınına sokarak intihar etti, anne Plath.

Plath’in öyküsü ölüm üzerine kurulu gibi gözükse de, geride bıraktıkları, hayatı, şiirleri bize hep Plath’in ölüm isteğini anlatsa da, güncesinde o bunu yalanlıyordu.

“Bir öykü oku: Düşün. Yapabilirsin. Dahası, yapmalısın, uyku sırasında sürekli kaçmamalısın, ayrıntıları unutmamalısın, sorunları umursamazlık etmemelisin, kendinle dünya arasında ve bütün parlak zekâlı neşeli kızlar arasında duvar çekmemelisin; lütfen düşün, kurtul bundan. İnan, sınırlı benliğinden daha yüce yararlı bir güce. Tanrım! Tanrım! Tanrım! Neredesin? Seni istiyorum, ihtiyacım var: Sana ve sevgiye ve insanlığa inanmaya. Böyle kaçmamalısın. Düşünmelisin…”

Diye yazmıştı Plath, verdiği mücadeleyi, yaşadığı ruhsal çöküntüyü çok iyi anlatıyordu. Bu bunalım halinden kurtulmak istediği çok belliydi. Ama yapamadı, incirlerin kuruyup dökülmesini kaldıramadı. Sylvia Plath ki, o incir ağacının üzerinde, sırça fanusunun içinde ölü bir kelebekti…

Zeynep Nur ÇANDIR
(Bu yazı KafkaOkur Fikir Sanat ve Edebiyat Dergisi 1. sayısında yayınlanmıştır.)