Translate

21 Eylül 2016 Çarşamba

5 Asır Öncesinin Hastanesi: Hafsa Sultan Şifahanesi

“En uzun geceyi namaz vakitleri tayin eden de bilmez müneccim de bilmez, en uzun geceyi gam çekene sormak lazımdır.”

Geçmiş her daim rehberdir hayatlarımızda. Alınan dersler, deneyimler, tecrübeler ışık tutar bugünümüze ve elimizde var olduğumuz her şeye. Bundan mıdır bilmiyorum seviyorum bizleri eskiye götüren yerleri. O ruhu yaşamayı ve bugüne nasıl gelindiğine dair küçük ipuçlarını. Merak uyandırıyor tarih insanın içinde. Tarih derken sayılara bağlı kaldığımız ezberler değil kastım, nitekim o ezberleri hiçbir zaman da benimseyemedim. Ama tarihe yön vermiş o zamanları dolu dolu yaşamış insanların hangi yollardan geçtiğini, hayat koşullarını hep merak etmişimdir mesela. Günümüzü hızlı dolduran teknoloji bu kadar yer etmemişken henüz nasıldı dünya? İşte bu sorunun cevabı için belirli tarihi yerlerde bulurum bazen kendimi. Ayağınızı bastığınız yerlerde yıllar önce bambaşka hayatlar vardı mesela, onlara has yöntemler vardı, onlara has yenilikler. Bence bunları keşfe çıkmak gerçekten mutlu edici.

İşte tüm bu düşünceler bende yeni bir yazı yazma isteği bıraktı. İlk kez blog için masa başında olmak dışında bir şey yaptım. Ve bu beni gerçekten çok mutlu etti. Öncesinde de gidip gördüğüm bir mekanı bu kez sizler için gidip ayrıntıları ile inceleme fırsatı yakaladım. Fotoğraflar çektim, bilgiler edindim ve Manisa’nın birkaç tarihi yapısını bu ve sonrasında gelecek bazı yazılarla tanıtma kararı aldım.

Manisa Hafsa Sultan Şifahanesi, 500 yıl öncesinin hastanesi. Ve bugünün Tıp Tarihi Müzesi.
1910’lu yıllara kadar çalışmış bu hastane. Kanuni Sultan Süleyman tarafından annesi Hafta Sultan adına yaptırılmış. Türlü hastalıklar için hekimler burada bulmuş tedavi yöntemlerini, burada uygulamış. Bizlere de o günlere ait aletler, kitaplar, bilgiler kalmış.



Şifahane bizleri bu girişle karşılıyor. Kapının üzerindeki kitabenin sol alt kısmında ebced hesabı ile şifahanenin tarihi yazılmış ve bu da miladi 1539 yılıymış.


Şifahanenin avlusu ise bu şekilde. Avludan giriliyor odalara. Her odada bal mumları ile canlandırılmış o zamanlara ait tedavi yöntemleri. Öyle gerçekçi yapılmış ki, açıkçası korkuluyor bazen gezerken. Sanki aniden canlanacak hissi uyandırıyor insanda.


Avlunun ve odaların duvarlarında o zamanlara ait ünlü tıpçıların hayatları yer alıyor.



Bir oda, o zamana ait kitaplar, farklı hastalık ve tedavi yöntemleri için kullanılan aletlere ayrılmış. Tüm bunlar biraz da şaşırtıyor aslında. Bundan 500 yıl öncesindeki teknolojiyle ve bilgileriyle yapılan aletlerin bu kadar ince düşünülerek yapılmış olması ve bugün hala benzerlerinin kullanılıyor olması, bizlere eskiden de bilime verilen önemi gösteriyor.



Dağlama, yaraları kurutmak amaçlı yapılan bir tedavi yöntemiymiş. Ve bir çok rahatsızlıkda, ağrıda bu yöntem uygulanırmış. Bunun için de bir oda bu tedavi yöntemini göstermek amaçlı yapılan bal mumu heykelleri ile doldurulmuş.




Bir diğer oda ise göz tedavisine ayrılmış ve gözden ur alma işlemi canlandırılmış. Her odada olduğu gibi bu odada da bilgilendirme adına yazılar asılı. Bu yazılardan biri de “rıza senedi” ile ilgili. Rıza senedi, hastaya bir işlem uygulanmadan önce hastanın yapılacak işlemleri kabul edip etmediğini gösterirmiş. Tüm toplumlar göz önüne alınıp o döneme bakıldığında bu rıza senedinin ilk uygulanma yeri de burasıymış.




Ve işte bu şifahanenin en meşhur odası desem pek yanlış olmaz. Akıl hastalıklarında kullandıkları yöntemler itibariyle farklı bir oda. Her hastalığa ayrı bir makam şifa olmuş. Her makamın kendine has tınısı ve vakti varmış. Kemençe, tambur, santur, kanun, ney, kudüm, bendir, def, daire ve halile gibi enstrümanlar kullanılırmış tedavilerde. Musiki tedavisinin yanında bir de meşguliyet tedavisi uygulanır, hastaya çeşitli el işçilikleri yaptırılırmış. Bunlar da bu odada bal mumu heykelleri ile gösterilmiş. Bu odanın da duvarında yazılı olan bazı yazılar vardı. Bunlardan ilgimi çekenlerin ilki tam yerinde bulduğum “Bu da geçer ya hu” yazısıydı. Ki bence bu odada bulunan hastaların bunu her gün görüyor olması güzel bir telkindi. Bir diğeri ise yazıya da onunla başladığım sözdü. “En uzun geceyi namaz vakitleri tayin eden de bilmez müneccim de bilmez, en uzun geceyi gam çekene sormak lazımdır.” Anlamına gelen “Şeb-i Yelda-yı müneccimle muvakkit ne bilir, mübtela-yı gama sor ki giceler kaç saat” sözü.
 Şifahanede bu oda büyük önem arz etmiş. Savaş dönemlerinde de buradan giden doktorların yerine gardiyanlar hizmet vermiş. Ve hatta Türkiye’deki sayılı ruh ve sinir hastalıkları hastanelerinden birinin de Manisa’da olmasının sebebi biraz da bu şifahanedeki akıl hastalıkları konusunda alınan başarılarmış.





Bir diğer oda da ecza odası. Burada hastalıkların tedavisi için ilaçlar yapılırmış. Bu odada iki farklı döneme de yer verilmiş. Hem Osmanlı zamanına ait hem de Cumhuriyet dönemine ait bal mumu heykelleri yan yana sergilenmiş. Ama her iki dönemde de hastalıkların tedavisi için yapılan ilaçlar benzerlik göstermiş. Benzer bitkilerden faydalanılmış ve hatta o dönemlere ait bazı ilaçlar bu odanın dolaplarında yerini almış.


Manisa denince akla ilk gelenlerden biridir mesir macunu. Şifahanede ona da yer verilmiş tabiî ki. O döneme ait mesir macununun karılması ve kesilip paketlenmesi canlandırılmış. Dolapta ise mesir macunu yapımında kullanılan 41 çeşit baharatlar yerini almış. Mesir macununun hikayesi ise şöyle: Ayşe Hafsa Sultan bir gün rahatsızlanmış ve Merkez Efendi Hafsa Sultan için bir macun hazırlamış. Bu macun 41 çeşit bitki ve baharattan meydana gelmiş. Macunu yedikten sonra sağlığına kavuşan Hafsa Sultan bu macunun halka dağıtılmasını istemiş. Ve zamanla da Sultan Camii kubbelerinden halka saçılır olmuş mesir macunu. Günümüzde de hala her yıl bu mesir macunu saçımı yapılmaktadır.
 Belki de daha bir çok inceliğin, ayrıntının, tarihin, bilginin bulunduğu bu şifahane günümüze böyle yansımış. Benim görebildiklerim bunlardı, daha detay tarihi bilgilerini bilemesem de, o aletleri görmek, o avluda dolaşmak beni o tarihlere götürmeye yetti. Ve hatta bu bal mumu heykelleri de o dönemi yaşıyormuşum gibi hissettirdi. Avluda ve odalarda dolaşırken o dönemde tedavi amaçlı da kullanılan musikiler, makamlar eşlik ediyor sizlere. Ben de bir ney dinletisiyle yazıyı okumanızı, resimlere bir de öyle bakmanızı öneriyorum. Bilgiler eksik de olsa umarım beğenmişsinizdir. Bir sonraki yazıda yine bol bal mumlarıyla yeni bir mekanda görüşmek üzere… 


15 Eylül 2016 Perşembe

Milena’ya Mektuplar – VI

“Her nedense bugün bu telgrafa ihtiyacım vardı, nasıl anladın bunu? Neye ihtiyaç duyarsam duyayım hemen tedarik eden doğal içgüdülerin… Aslında insan kendisi için doğru olanı sende buluyor Milena…”


Kafka’nın Milena’sına özenle ve biraz olsun sıkılmadan, yorulmadan, hasta yatağına rağmen hiç zorlanmadan yazdığı mektuplarda sona yaklaşılıyor. Sayfalar süren aşk hikayesi deyimi yerindeyse can çekişiyor. Ve mücadelesi zor zamanlardan geçiyor iki aşık.

Mektuplarda uzun bir süre günlük hayatlarını anlatıyorlar. İş yerlerine gelip gidenleri, onlarla olan konuşmalarını dahi yazıp birbirleri ile paylaşıyorlar. Mektuplaşma bir nevi günümüz mesajlaşmalarına dönüyor bazı zamanlar. Aynı edebiyat çevresinde olmalarından olacak ortak arkadaşları, tanıdıkları da çok ve bu zaman zaman birbirlerini kızdıracak nedenler doğuruyor. Ama yine de sevgi dolu halleri, merakla mektup beklemeleri devam ediyor.

“Bugün mektup gelmedi, çok saçma, mektup gelmediği zaman bugün istisna bir gün diyorum.”

Kafka her duygusunu doruklarda yaşıyor bana göre. Aşkı da takıntılı bir aşk korkusu da derin bir korku. Ama bana kalırsa bu korku yalnızca Milena’ya özgü bir korku değil, bu korku Kafka’nın hayatının her noktasında büyük bir yer kaplayan ve onda tuhaf hisler bırakan bir korku. Felice’de de yaşamıştır bu korkuyu bundandır belki de hayatının çoğunu yalnız geçirmesi. Ama onu yazmaya iten, bugün onu okuyor olmamıza sebep de o korku. Biliyoruz ki Dönüşüm’ü yazamaz herkes. Hayata farklı bir çerçeveden bakmadan anlaşılmaz onu bu öyküyü yazmaya iten korkusu. İşte bunların üzerine Kafka devam ediyor mektuplarında o çok sık kullandığı kelimeye: Korku, korku, korku…

“Lütfen Milena yanlış değerlendirme. Burada, senden uzakta, tek başıma ama yine de huzur içerisinde oturuyorum, kafamdan korku, tedirginlik gibi bir sürü şey geçiyor ve çok anlamlı olmasalar bile mektupları kafamda bunlar varken yazıyorum ve sana yazarken her şey aklımdan çıkıyor, seni bile unutuyorum ama bu şekilde iki mektubun peş peşe gelince tamamıyla kendime geliyorum.”

“Milena aceleyle yazıyorum. Bugün senden mektup gelmedi, kendi kendime bunun olağandışı, kötü bir durum olmadığını telkin edip duruyorum. Dün akşam, daha doğrusu dün gece son mektuplarını okuyarak bir saat geçirmiş olmalıyım.”

Zaman zaman, hatta çoğu zaman Milena’nın mektuplarına da kavuşabilmeyi çok istiyorum. Neler yazdığına dair merakım artıyor. Sahi hangi şehrin çöplüğüne atılmıştır ya da yanarken o kelimeler küllerine ne olmuştur? Onlarca sevgi sözcüğü ve zarflar dolusu aşk, kim tarafından kolayca atılmış ve bize ulaşması engellenmiştir?

 “Çarşamba günü yolladığım mektubu komik buldun öyle mi? Ben pek emin değilim. Eğlenceli mektuplara inanmıyorum artık, hatta şöyle düşünüyorum: Artık hiçbir mektuba inanmıyorum.”

Kafka aslında mektuplarında belli eder bazen mektupların yakında biteceğini. Bir yandan sever mektuplar olmadan yapamaz ama bir yandan da mektupların artık bitmesini ister.


“Benim hiçbir şeyim yok, adım bile, zaten onu da sana vermiştim. Bu nedenle bir noktaya kadar senden bağımsızım çünkü bağımlılık bütün sınırları tamamıyla aşıyor. Bu ya/ya da konusu çok önemli. Ya benimsin ki bu iyi bir şey, ya da seni kaybettim ki bu da kötü bir şey değil, bu durumda da hiçbir şey olmaz. Ne kıskançlık, ne sıkıntı, ne endişe, hiçbir şey kalmaz. Tabii ki birisine bu kadar bel bağlamak aşağılık bir şey ve bu nedenle korku bu temel üzerinde oluşuyor ama bu korku seninle alakalı bir korku değil, bu korku birisine güvenmeyle alakalı bir korku.”

“Evet kesinlikle bana bir angaryayı yerine getiriyormuşçasına yazma, yazmak istiyorsan bile yazma, yazmak zorunda olsan bile yazma, ama geriye ne kalıyor ki? Bunların dışında ne kalıyorsa.”

“Kesinlikle haklısın, geri dönüşü olmayan bir aptallık ve becerisizlikle uğraştım bu işi halletmeye çalıştım ama yanlış anlamalar ile dolu bir ilişkimiz olduğu için başka türlüsü mümkün değildi. Birbirimize verdiğimiz cevaplar sorunlarımızı anlamsız hale getiriyor. Artık birbirimize yazmayı bırakmalı ve geleceği geleceğe bırakmalıyız.”

Mektuplar bu şekilde devam ediyor. Duygulara yenik düşülüyor, daha sabırsız ve tahammülsüz tavırlar sergileniyor. Milena’nın, Kafka’ya yazdığı mektuplara ulaşılmıyor ama Kafka’nın mektuplarını bizlere ulaştıran Max Brod, Milena’nın da kendisine yazdığı birkaç mektubu da bize sunuyor. Az da olsa Milena’nın duygularını, yazma tarzını anlamamıza yardımcı oluyor. Ne diyelim: Milena’ya Mektuplar VII dolu dolu geliyor.

“Mektuplarını okumaya neredeyse hiç cesaretim yok, sadece arada sırada bakabiliyorum, acıya dayanamıyorum Milena…”