Translate

26 Şubat 2014 Çarşamba

Ne Aşklar, Ne Aşıklar




Sezai Karakoç’un Mona Roza’sı, Abdülhak Hamit Tarhan’ın Lüsyen’i, Sabahattin Ali’nin Aliye’si ve daha saymakla bitmez aşklara tanık oldu edebiyat.
Ve biz Mecnun’un Leyla’sı, Ferhat’ın Şirin’i, Kerem’in Aslı’sı için yaptıklarını dinledik uykudan önce. Böyle öğrendik sevmek fiilinin en derin fedakarlığı içerdiğini.
Ama Mona Roza’nın Sezai’si vardı aslında, Leyla’nın Mecnun’u, Aslı’nın Kerem’i… Aşk denilen kelime karşılıklıydı bana göre. Yalnızca yazdırmalıydı biri, bir aşk acısı tattırarak ve kalem tutmalıydı bir el, kalbinden geçenlerde dürüst olacağına söz vererek. Bayanların eli hamur tutardı bizim zihinlerimizde, öyle duymuştuk, görmüştük de zira. Bundandır yazma görevini hep beylere yükleyiş; kalemi Sezai’ye veriş, emanet edip edebiyatı Tarhan’a, beklemek kelimelerin kalp manalarını.
Şiirlerden, mektuplardan okuduk zarifliği, “ne aşklar, ne aşıklar varmış” dedirten satırlara saplandık, inanarak ve bekleyerek kanadık belki.
Değişirdi her şey; yıllara, yollara en çok da insanlara göre. Değiştik, unutup tüm anlatılanları, bencilleştik, yalnızlaştık, kandırdık sandık ama en çok da kandık. Anlamaz olduk geçmişten gelen izleri. ‘Abartıymış’ dedik, basıp geçtik eski aşklardan. Bir mektup zarifliğinden mahrum kaldık, o tatlı uğraşa ve emeğe boş iş gözüyle baktık. Yanıldık.

Telefonlarınızın köşelerini yakın şimdi. Korkmayın: Sevmeyeceksiniz…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder