Sezai
Karakoç’un Mona Roza’sı, Abdülhak Hamit Tarhan’ın Lüsyen’i, Sabahattin Ali’nin
Aliye’si ve daha saymakla bitmez aşklara tanık oldu edebiyat.
Ve
biz Mecnun’un Leyla’sı, Ferhat’ın Şirin’i, Kerem’in Aslı’sı için yaptıklarını
dinledik uykudan önce. Böyle öğrendik sevmek fiilinin en derin fedakarlığı
içerdiğini.
Ama
Mona Roza’nın Sezai’si vardı aslında, Leyla’nın Mecnun’u, Aslı’nın Kerem’i… Aşk
denilen kelime karşılıklıydı bana göre. Yalnızca yazdırmalıydı biri, bir aşk
acısı tattırarak ve kalem tutmalıydı bir el, kalbinden geçenlerde dürüst
olacağına söz vererek. Bayanların eli hamur tutardı bizim zihinlerimizde, öyle
duymuştuk, görmüştük de zira. Bundandır yazma görevini hep beylere yükleyiş;
kalemi Sezai’ye veriş, emanet edip edebiyatı Tarhan’a, beklemek kelimelerin
kalp manalarını.
Şiirlerden,
mektuplardan okuduk zarifliği, “ne aşklar, ne aşıklar varmış” dedirten satırlara
saplandık, inanarak ve bekleyerek kanadık belki.
Değişirdi
her şey; yıllara, yollara en çok da insanlara göre. Değiştik, unutup tüm
anlatılanları, bencilleştik, yalnızlaştık, kandırdık sandık ama en çok da
kandık. Anlamaz olduk geçmişten gelen izleri. ‘Abartıymış’ dedik, basıp geçtik
eski aşklardan. Bir mektup zarifliğinden mahrum kaldık, o tatlı uğraşa ve emeğe
boş iş gözüyle baktık. Yanıldık.
Telefonlarınızın
köşelerini yakın şimdi. Korkmayın: Sevmeyeceksiniz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder